Gazozuna maç

Yiğit Bener’in yeni öykü kitabı ‘Öteki Düşler’ (Can Yayınları) metro yolculuklarımda bana eşlik etti. Arada meraklı ‘yan’ komşuların kitabın üzerinde göz gezdirmesine alışmış bir halde okumayı sürdürdüm. Bu arada duraklar, tıpkı yaşam gibi yeraltında akıp gitti. Dünyanın mekanik solucanları, ne olacak!

Bener’in Gazozuna Maç adlı öyküsüne geldiğimde başka bir lezzetle karşılaştım. Orada, kahramanın, şimdilerin maço kültürün, militarist ve milliyetçi sloganların adresi, ırkçı ve dinci grupların mekanından bağımsız olarak andığı futbola duyduğu sevgiyi, bir enişteden çok bir abiye duyduğu tutku diye de okudum. Bilmiş futbol yorumcularının maç üç şekilde sonuçlanır tahliline bir dördüncüsünü ekleyen ‘abi’nin, gazozuna bir mahalle maçında anevrizma yırtılmasından ötürü hayatını kaybedişi, maçların bir de bu yanını hatırlattı bana. Sadece maçların mı? Metro yolculuklarının işaret ettiği durak fasıllı film şeridini andıran hızlı hayatı da…
Enişteler ve halalar
Bener’in kahramanının tersine, enişte sözcüğünün bende yarattığı insani harcı düşündüm sonrasında. Gazozuna maç eşliğindeki coşkuya benzer bir biçimde eniştelerimle ne çok gülüp söylediğimi. Bu manzaralara eşlik edense hiç kuşku yok ki, hayatta en büyük zenginliklerimden biri olarak addedebileceğim neşeli, coşkulu ve hayata vurgun halalarımdı.
Eniştelerim gibi halalarım da hayattı. Gazozuna maç (hayat?), bir nevi onlar demekti benim için. Spor faaliyetlerinden çok ikindi çayları ve misafirler (ah o hiç sonu gelmeyen misafirler) ve ocaktan inmeyen çay kadar, yazsa sıcak taşlığın alengirli hortumla yıkanması, kışsa radyodaki arkası yarınlar, her mevsimin komşuları, bilmem kim hanımın kızının hazirandaki şatafatlı nikahı, düğünler, doğumlar ve sünnetlerle bezeli hayat, ve elbette yazlık sinemalar, kakaolu muhallebinin dibinin (pudding kültürü hayatlarımıza girmemişti daha), bak nikahında kar yağacak ona göre tehditlerine rağmen, resmen, kaşıkla kazınması… Ve elbette masallar… Tonton’un şapkası (Özal’dan önceydi elbette bu masal; yanlış hatırlamıyorsam yaşlı ve gururlu bir tavşanın öyküsüydü) çitlere takılır ve Tonton oracıkta kaybolurdu. Sırf bu yüzden ikindi uykusu heder olur ve Tonton’un siyah kadife şapkası, masalın anlatıldığı yatak odasının ceviz mobilyalarının çite benzer dehlizleri arasında aranır dururdu. Bunca yıl, hiç mi kızmazdı insan! Kızmazlardı bu halalar… En fazla kırılırlardı. Zira dünyayı sevmek gibisinden başka işleri vardı.
Onlardan en büyüklerini, Tonton’un masalcısını kaybettim. Hazan mevsimi mi ne! Kuş gibi aramızdan uçup gitti. Bir hafta öncesinde, evindeki gelenek dahilinde politikaya damardan girmiş ve ‘evet/hayır’ konusunu uzun uzadıya konuşmuştuk. Televizyonlar nasıl da yalan söylüyordu. Hele o haberler! Ya o magazin haberleri… Klişeler. Boş konuşmalar. Haysiyetsiz yorumlar. Nasıl da uyutuluyorduk… Sonra daha esaslı bir şey olmuş ve karşılıklı çay içmiştik!
Bir hafta sonra o gitti. Metronun son durağında ‘görüşürüz’ diyerek inercesine.
Arkada bizler, Nisan’daki referandum, yeni yolculuklar, öyküler, masallar, anılar, bu karambolde Taksim’e dikilecek olan cami, halkın yeni yalanlarla afyonlanması, ölen askerler ve ölecekler öylece kaldı. Kısaca, gazozuna hayat oyununda sihirli siyah bir şapkanın içine tıkılmış tüm canlı ve cansız detaylar.