12/03/2011
Unutmanın birçok çeşidi var. Elbette hatırlamanın da.
Geçmişimizdeki bir hatırayı dört dörtlük hatırlayıp yansıtamayız ya, o hesap.
Ancak yakın tarih dendiğinde, hemen hepimizi ilgilendiren 12 Mart ve sonrasında gelen 12 Eylül için daha keskin bir ifade kullanacağım. Bir tarafta belleğin fazlası, diğer tarafta unutuşun yoğunluğu diyeceğim bu dönemlere. 12 Eylül’den bugüne gelebilmeyi de çok önemsiyorum elbette.
Ancak teslim edelim ki orada kırılan su testisi, su yolunda kırılan bir testi değildi. Bütün bellek kodlarımızın yeniden inşa edildiği ve hatırlamaya çalışanların Mançurya kobaylarına dönüştürüldüğü yerdi orası.
İktidarı elinde tutanların ya da buna soyunanların belleği hep çok güçlü oldu bu ülkede. Onlar bir topluma yapılabilecek fiziksel kıyımların, psikolojik işkencenin metotlarını hiç unutmadılar, tam tersine bu konuda belleklerini hep canlı tutarak, yüksek teknolojiyi takip ederek işlerini büyüttüler, serpilip geliştiler. öte tarafta, bizler, yani yasa koyucuların ya da yasa koyucu olmaya niyetlenenlerin muhatapları, bizlere düşen, bizden beklenen unutuşun yoğunluğunu tecrübe etmemizdi. Sanırım bir biçimde başarıldı bu. Artık gerçekten mutluyduk: Arım balım peteğim gülüm dalım çiçeğim bilsem ki öleceğim yine seni seveceğim.
Rüzgar nereden eserse orada durmak gerekir mantığının da bu kadar meşruiyet kazanmasını bu unutturuş pratiğine bağlıyorum. Bizi kendi halimize bıraksalar muhtemelen öyle devam edecektik! Gelin görün ki iktidar olma hissi doyurulamayacak bir his. Dahası dahası diyen bir takıntı.
Bakınız bugün yaşadıklarımıza. Bu yüzden en kendi halinde olanlarımızın bile 2011’in Türkiyesinde yaşananlara karşı ‘yahu ben bunları daha önce yaşamıştım sanki’ hissi boş bir duygu değil.
12 Mart 1971 Muhtırası dendiği zaman zihnimizden süzülenlere bir bakalım. Bir öğle ajansında radyoda okunan muhtıranın asıl amacı sola gözdağı vermekti. Ordunun müdahalesiyle siyasi faaliyetlere ciddi yasakların konulmasına, aydınlar ve gazetecilerin tutuklanmasına, binlerce insanın işkence görmesine tanıklık etmişti Türkiye. O dönemde insanların evleri basıldı, bu insanlar sorgusuz sualsiz evlerinden alınıp götürüldüler, uzun tutuklama dönemlerinden sonra adaletin mülkün temeli olduğu (adalet halkın temeli olmalıdır oysa) mahkemelere çıkartıldılar. Toplumdaki muhbirliğin temelleri o dönemde atıldı, insanların dut yemiş bülbül haline getirilmesi o dönemde sağlandı. Genel bir mutsuzluk ve güvensizlik duygusu yaygınlaştı. George Orwell’in 1984 romanında anlattığı hallerin aynısıydı yaşananlar. Bereket ki 84 yılına daha çok vardı!
12 Mart’ta iş orduyla bitmedi. Daha fazla içinizi karartmamak için o dönemin hemen ardından kurulan Milliyetçi Cephe hükümetlerinin topluma sağladığı ‘derin’ katkıları ve bu katkıların 12 Eylül sonrasına yansıyan boyutlarını da bir başka dejavüye bırakıyorum.
Siz bugün iyisi mi bir Sevgi Soysal kitabı alın.
Yenişehir’de Bir öğle Vakti’ni okuyun. Barış Adlı çocuk’u, Şafak’ı, Tante Rosa’yı ve elbette Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’nu. Bildiğiniz gibi 12 Mart bir Ankara klasiğidir! 12 Mart Ankarası’nda, henüz doğmayanlarımız da dahil olmak üzere hepimizin bir yanı öksüz bırakılmıştır.
***
Bu arada Ankara Film Festivali’ni unutmayın. 17-27 Mart tarihlerinde Herzog, Dolan, Tavernier ve nice önemli yönetmen sizinle buluşmayı bekliyor: www.filmfestankara.org.tr/tr