2+2=4

Türkiye matematikte dünya sıralamasında sondan ikinci oldu.

Olası ilk tepkimiz şu olabilir: ‘Yalan söylüyorlar!’

İkincisi: ‘Herkes bize düşman, kimse Türkiye’yi sevmiyor.’

üçüncü: ‘Onlara Osmanlı’yı hatırlatacak bir şamar lazım, şamar!’

Dördüncü: ‘Ah, Atatürk yaşasaydı ah!’

Beşinci: ‘Sonuncu kimmiş?’

Altıncı: ‘Matematik de neymiş?’

Yedinci: ‘CHP kendini toparlamalı artık’(?)

vs.

Oysa son yıllarda yapılan lale antetli anket araştırmalarına göre (adları gizli kalsın) Ortadoğu ve Balkanların gülü, son istatistiki ‘ciddi’ bulgulara göre Avrupa’nın sümbülü ve adını saklamamıza gerek yok Kurtlar Vadisi’ne göreyse gelecek yılların dünya hakimi olacak Türkiye’ye bu yapılmamalıydı.

Yapılmamalıydı evet. Neden mi? Hemen sekizinci cevaba bakalım.

Sekizinci cevap: ‘Ee kardeşim 2+2=4, her şey ortada yani. Gökdelense gökdelen, sulara baraj kurmaksa al sana baraj, nükleeere gülümsemekse al sana nükleer santral umutları ve daha neler neler. Her şey yolunda. Neyimiz eksik gelişmiş ülkelerden? Matematikmiş! Varsın matematikte de sonuncu olalım. Pardon sondan ikinci.’

Yalnız bir şey daha var. Şu ünlü matematikçi John Nash’in söyledikleri. Türkiye’nin matematikte dünya sıralamasında sondan ikinci olduğunu öğrenince şunu söylemiş Nash: ‘İyi matematik bilmeyen toplumlarda adalet yoktur.’

İyi matematik bilgisiyle adaletin kurabileceği bağ nedir acaba, ne olabilir?

Hadi iyisinden vazgeçelim, matematik bilen bir toplum muyuz biz? Denklemlerden, formüllerden, cebir, geometri vs. den bahsetmiyorum. Analitik düşünceyi, neden sonuç ilişkilerini, sayıların ardında uzanan felsefeyi öğrenebilmiş bir toplum muyuz? Peki bunları bilmenin ya da anlamanın (asla ezberlemenin değil, bütün eğitim sistemimizin oturtulduğu temel olan ezberlemenin, ezberletmenin değil!) adaletle kurduğu ilişki ne olabilir?

***

İngiliz yazar George Orwell’ın 1984 romanındaki kahramanı Winston, başlığa koyduğum basit toplamayı 5 ile sonlandırarak (2+2=5) işin rengini değiştirmeye, kendi bireyselliğini vurgulamaya çabalar. Feci bir totaliter rejim vardır ortalıkta. Dolayısıyla çaresiz Winston’ın kurduğu bu denklem geleneksel yargıların karşısına dikilmiş bir tavır olarak da sayılabilir. Gelin görün ki totaliter bir rejim için Winston’ın varlığı ve düşünce biçimi duyulmayacak, görülmeyecek, umursanmayacak, kısaca özelliği olmayan kişisel bir hikaye olmaya mahkumdur. ‘Hadi oradan’ der parti yöneticisi, ‘Hadi Winston git işine, bizim uğraşacak çok önemli işlerimiz var be kardeşim!’

O önemli işlerin ne olduğunu kitap boyunca takip edip dururuz. Herkesi tek tip bir üniformaya sokma derdidir önemli işlerin adı. Tek tip düşünceye, benzer duygulara, benzer ruhlara, basmakalıp ve birbirinin aynısı olan hayallere. Bu düşüncelere, duygulara, ruhlara, hayallere sahip olmayanların ise sonu tutsaklıktır! çünkü herkes birbirine benzemek durumundadır. Ve herkes ‘Büyük Abi’yi sevmek zorundadır. Büyük Abi de Büyük Abi’dir hani. Her yerde ve her zaman abilerin en büyüğü ve en tartışılamayacak olanıdır, her yerde gözü vardır, her yerden insanlara ‘bakar’ ve onları izler. Dedik ya asıl önemli olan tek tipliktir. Tek tipliği dayatan bir iktidar vardır ve ona biat etmesi gerekenler. ötesi boştur, boşluktur ve kendi olmak isteyen, farklı şeyler söylemek isteyen herkes ama herkes ziyan, deli, terörist olarak kabul edilir.

***

İster 8+3, ister 4+4+4. Eğitimizde tek tip insan yetiştirme fikri değişmediği sürece (şimdilerde bunun adı dindar gençlik oldu), kendine benzemeyenden nefret eden, farklılığı hemen her zaman düşman gibi gören ve kendi çıkmayan sesine her zaman ama her zaman bir Büyük Abi sesi arayan, adaleti o Abi’nin gölgesinde yaratmaya çalışan bir toplum olmaya devam edeceğiz. Her türlü denklemi ezbere bilen, sınavlar aşan, sınavlardan taşan, sınavlarla sarhoş olan ama kendi yaşam denklemini bir türlü kuramayan, gerçekleştiremeyen insanlardan oluşan bir toplum.

Yüzyıllardır böyle.

Hemen hepimiz için.