Açalyalar

Açalyaların açtığı bir mevsimde tanışmışlardı.

Uzakdoğulu bir marketin birindeydiler. Bir tatil günüydü ve her yer kalabalıktı. Adamın uzun sarı saçları vardı. Tişörtünde “bu dünya hepimiz için” yazılıydı.

Kadın ellisine merdiven dayamıştı. Hayattan yorgundu. Koşuşturmaktan bıkmıştı. Hayattaki tüm yenilgilerini geçmişine yüklemekten de. Hayata karşı sahiden pes etmişti, bunu bir türlü yüksek sesle ifade edecek gücü bulamıyordu.

Bakışları, cazibeli genç adamınkiyle karşılaştığında balık reyonunun önündeydi. Somonlara bakmakta ve kendi varlığını buza yatırılmış o cansız balıklardan biri olarak algılamaktaydı.

“Somonlar taze değil bugün” diyecekti genç adam yüzüne büyük gelen olgun bir gülümsemeyle, üstelik yaşadığı dünyaya inanır bir ses tonuyla. İnandığı o dünyada bu orta yaşlı çekici kadınların da olduğunu hissettirerek.

“Nedense değiller” diyecekti kadın, uzayda yeni keşfedilmiş bir gezegene, bambaşka bir dünyaya özenir gibi mırıldanmaya devam edecek ve mahcupça gülümseyecekti genç adama.

“Somon yerine karides almak daha iyi bir tercih” diyecekti genç adam, uzun sarı saçlarını iki eliyle at kuyruğu yapar gibi arkasında toplayacak, ensesini havalandıracak, sonra o pırıltılı mısır püsküllerini serbest bırakacaktı.

“Belki de” diyecekti kadın. Karideslerin bulunduğu küçük bölmeye ilerlerken oğlunun o sabahki diklenişini hatırlayacaktı kendisine. “Anne hiç değilse bu sabah yapma, bugün benim doğum günüm, ne olursun huzursuzluk çıkarma” deyişini kendisine, yalvaran yosun gözlerle bakışını yüzüne. Sonra oğlunun kapıyı çarpıp gidişine… Kadın, yıllar önce anneliğin keyfini ilk kez çıkardığı böylesi bir sabahı hatırlamaktan çok uzaktı o anda. Tam yirmi iki yıl önce oğlunu kucağına almıştı bugün; onu alır almaz hastane odasının penceresinin kenarına gitmişti. O zamanlar ülkenin önde gelen  sopranolarından biriydi; sesinin  paslanmasına daha çok zaman vardı ve anne olmuştu. Oğlunu ses tellerinin ilerlediği nehrin üstüne koymuştu göğsündeki; kendi iç nehrinin içinden yükselen küçük çığıltıyı dinletmişti ona. Küçük bir ninniydi bu. Sonra  pervazın içindeki açalyalara doğru seke seke gitmişlerdi ana oğul. Koca bir saksının içinde öbek öbek bir pembelik seliydi açalyalar. Kıvrılıp, salınan, hoyratlaşırken, boyun eğen bir cümbüşün içindeydiler. Küçük bir kartın içinden sallandığı o cümbüşte, bir kez bir kez daha okuyacaktı o satırları kadın. “Seni ve oğlumu seviyorum Leyla, beni bağışla.”

Her şey eskisi gibi olabilir miydi Fikret’le? Her şey eskisi gibi olabilmiş miydi Fikret’le?

3. Waltz. Two in a Canoe. Sonra 4. Polka. Making the Feathers Fly. İnanılmaz bir şeydi bu. Katherine Mansfield’in “İlk Balosu” öyküsündeki gibiydi her şey. Ve adı Leyla’ydı onun da, öyküdeki kızınsa Leila. Dans ettiği kişi ise öyküdeki o yaşlı adamdı: Fikret. Ama bu yaşlı adam Mansfield’in öyküsündeki gibi hayatın karanlık gerçeklerini anlatan biri değildi işte. Hayattı, hayatın içindeki vaatler, umutlar, sevinç ve dahası. Madame Butterfly’in galasından hemen sonraydı. Dans ederken salonun etrafına iliştirilmiş açalyalar dönüyordu etraflarında. Hayat kıpır kıpırdı.  Leyla  aşık oluyordu. Gencecikti, güzel, alımlı ve çekiciydi. Fikret ona hayatı ve başarının yolunu açacak insandı. Fikret’in sarı saçları açalyaların renk cümbüşüne, Leyla’nın terütazeliğine karışıyordu.

Uzun saçlı genç adam ilerlerden bir kez daha el sallayacaktı ona. İki pounda yakın dolduracaktı elindeki naylonu karideslerle. Poundla kilo pek de farklı değil diye iç geçirecekti; Leyla’yla da Leila. Ya Fikret? Unutulmaya mahkum bir çehreydi artık. Başka bir hayatın solmuş açalyalarında kır-sarı saçları dalgalanandı. Oğlu için geldiği bu uzak diyarda, oğlunun kendisinden aldığı yeteneğini hayat için yeni bir sol anahtarlı satırbaşı olarak düşünmüştü. Hem kendisi, hem oğlu için. Oysa geçmiş hep içindeydi kadının. Öfkesini kendinden ve oğlundan çıkardığı bir geçmişti hayatı. Renksiz, düz, ritimsiz, aşksız.

Yine de kadın bundan yirmi iki yıl önce oğlu kucağında renkli, kıvrımlı açalyaların önünde üç oktavla söylediği ninniyi hatırladı o anda. Mutluluğunu.

Tam da o sırada  ilerlerden tanıdık, sıcak, onu hep affetmeye hazır bir ses duydu: “Anne, bak burada ne var, buraya gelsene…”

Uzun sarı saçlı genç adam “bu dünya hepimiz için” tişörtünün içinde ona açalyaların olduğu standın mevsimini -birbirlerini ilk kez gördükleri hayatın mevsimini- ve bu mevsimin coşku dolu bölümünü işaret ediyordu besbelli.