Amca, size baba diyebilir miyim?

Türk filmlerinin yıllarca dilimizde dolanmış repliğidir bu. İyi amca, o kadar iyidir ki, babasız küçük çocuk, hayatın sillesini yemiş ruhundan yükselen o cümleyle hepimizi başka bir noktaya çeker: ‘Amca, size baba diyebilir miyim?’

Bir anda amca hepimizin babası olmuştur. Hele amcanın ‘yavrum’ diye çocuğa sarılması, birkaç dakika sonra aslında çocuğun gerçekten de babası olduğunu öğrenmesiyle her şey yoluna girer, seyirciler olarak bir arınma yaşarız. ‘Ben senin aslında babanım’ diyen amcaya sanki biz de aynı soruyu sormak isteriz:

Amca?

Esasen toplumumuzdaki baba arayışı eğiliminin de bir yansımasıdır bu. Boynumuz bükük, hayatta yaşadığımız eksikliklerin kendisiyle biteceğine inandığımız ‘baba’ figürünü pek severiz.

O ‘şefkatli’ yumruk!..

Siyasi tarihimizin özeti de biraz budur. Babasız ve kanadı kırık bir toplum olduğumuza dair inancımız o kadar güçlüdür ki, bir yanımız sanki hep eksiktir ve siyasi arenada, demokrasiyle yönetilen bir toplumda yaşıyor olsak bile seçtiğimiz, oy verdiğimiz kişilerde bunu ararız.

Siyasi lider, yaşamlarımızı güzelleştirmek için idarede değildir. O aslında bir amca, hatta babadır. Yaşamda tökezlediğimiz her yerde arkamızda, yanımızdadır; sesi sesimizdir, gücü gücümüz, gölgesi bedenimizdir. Varlığı sanki bizi tarif etmektedir. Yaşamın bütün eksiklikleri, geçmişin bütün zaafları onunla silinmiştir. O güçlü, tatlı sert, diyaloğa girilemez babada aradığımız zaten diyalog falan da değildir. Biz onun bizi korumasını isteriz. O bizim için her şeyin en iyisini düşünen, duygusal ama duygularını belli etmeyen, değişimi zayıflık kabul eden, zaten gücünü de bundan alan, iradesini tavizsizliğinden, babalığını şefkatli yumruğundan, otoritesini ‘en son sözü ben söylerim o kadar!’ mantığından üreten bir figürdür zihnimizde.

Bu figürü severiz. Farkına varamadığımız çok önemli bir nokta vardır burada: Esasen o figürü o hâliyle sevdiğimiz için ‘yaratmışızdır’. Türkiye’nin siyasi tarihi böylesi babalarla doludur.

Babalığın kuralları bellidir: Babalarımız, zaman zaman dış mihrakların tehdidi altındaki benliğimizi ve ülkemizi, yeri geldiğinde ‘bizden’ bile koruyarak yaşamlarımızı güvence altına almanın garantisi hâline gelmişlerdir… Bu yüzden ‘seni ne idüğü belirsiz komşunun kızı dolduruyor değil mi?’ sorusuyla ‘seni dış mihraklar ayartıyor değil mi?’ soruları arasında pek bir fark yoktur. Esasen biz iyi, uyumlu evlatlarızdır ama kafamızı hep ‘onlar’ karıştırmaktadır…

Tehdit değil talep

Peki… Babalar Günü’nün yaklaştığı bu günlerde baba mevzusuyla fazla canınızı sıkmayayım.

Ancak artık bu ülkede siyasetçisini ‘baba’ olarak görmek yerine sadece ‘yönetici’ olarak görmek isteyen, ifade özgürlüğünün yeşermesinin önemli olduğuna inanan, herkesin eşit ve demokratik haklarla yaşamasını arzu eden bir kesim olduğunun fark edilmesi gerekiyor. Bu son derece insani talebin günlerdir sağa sola çekiştirilmesi, biber gazına ve tazyikli suya maruz bırakılması bu talebin bir tehdit olarak algılandığını gösteriyor. Oysa bir tehdit değil. Bu, demokrasiyle yönetilen toplumlarda son derece doğal bir taleptir. İnsanların evet demeye hakkı olduğu gibi ‘hayır’ demeye de hakkı vardır. Baştan itibaren bu ‘hayır’ın panikle, öfkeyle, alınganlıkla, şiddetle çözülemeyeceğini hep birlikte gördük.

Şu aşamada Türkiye’nin baba otoritesine ve o otoriteyi üretip duranlara değil sağduyuya, akla ve yüzleşmeye ihtiyacı var. Türkiye’nin siyasi tarihi artık bunun bilincine varmış siyasetçilerin tarihi olmak durumundadır.