28/04/2011
Sanatın en önemli etkilerinden biri insan ruhunun derinlerinde gezinmesi ve bilinçaltımızın dehlizlerinde yüzleşilmemiş ayrıntıları, ummadığımız bir biçimde karşımıza çıkarması. Bizden kaçan, saklandığımız, ötelediğimiz bir sürü küçük detayın sanat aracılığıyla bizlerle buluşması, uzun vadede içimizdeki şeytanı alt edebileceğimiz anlamına bile gelebilir. Bu da insan ruhuna derin bir soluk aldırtır. Yıpratıcı, acı verici, yorucu ama denemeye değer bir serüven!
En son “öyle Bir Geçer Ki Zaman”daki tecavüz sahnesi ile sanatın bu arındırıcı işlevini yine tartışmaya başladık. Bu açıdan senaristlere teşekkür borçluyuz. Tecavüz ya da şiddetin gösterilmesi ve bu surette toplumun bilinçaltındaki fırtınaların su yüzüne çıkarılmasının önemli olduğuna dair yazılar da okuduk.
Ancak önemli bir iki sorunumuz var. Bunlardan biri popüler kültür ürünlerinin sanatın ‘arındırma’ işlevini ne ölçüde gerçekleştirdiği, bir diğeri ise bu ürünlerde gösterilen ‘şiddet’ sahnelerinin toplum olarak gerçekten bilinçaltımızda olup olmadığı. Bana öyle geliyor ki dizilerde gösterilen bütün şiddet sahneleri aslında toplum olarak bilinçaltımızda değil bilincimizde seyreden sahneler. Gazetelerde gördüğümüz onca haber bunun kanıtı. özellikle çocuklarına, gençlerine, kadınlarına, kendi gibi düşünmeyenlere, kendi gibi olmayanlara hoyratça davranan bir toplumuz biz, kısaca şiddetin hemen her yerde aleni bir biçimde kendini gösterdiği bir toplum. Dolayısıyla ekranlardaki tecavüz sahneleri ya da şiddeti amaç haline getiren ve neredeyse öven kurguların zihnimizde yarattığı, gerçek anlamda bir arınmaya yol açamıyor maalesef. İster “öyle Bir Geçer Ki Zaman”daki Ali Kaptan’ın ‘sarhoşken ben ne yaptığımı biliyor muyum’ halleri olsun, ister Polat Alemdar’ın keskin bakışlı duruşu… Bunlar zaten çok tanıdık tipler ve temsil ettikleri de bildiğimiz duygular. Bilmediklerimiz ise bu şiddetin altında gerçekte neler olduğu. Eğer sanatsal bir arınmadan bahsediyorsak yüzleşilmesi gereken yer de orası zaten.
Bu şiddetin altında gerçekte ne var? örneğin “Kurtlar Vadisi”ni ele alalım: ‘Ya sev ya terk et’ cümlesinin arkasında yatan şiddetin temelinde aslında yatan ne? Bilinçaltımızın asıl arınabileceği nokta burası. Oradaki gerçekle yüzleşmek. Ali Kaptan aslında nasıl biri? Aşağılık kompleksinin bir kurbanı mı yoksa? Fatmagül’ün tecavüzcüsüne duyduğu romantik yakınlaşmanın kökünde yatan Stockholm sendromu olabilir mi? Şu işkencecisine aşık olma halleri? Bir kadın kendine neden böylesi bir şiddet uygular ve özbenliğini yok etmek ister? Bu nasıl bir kişiktir? Derinlerde yatan kendini ‘yok etme’, belki de kendinden intikam alma mantığında neler geziniyor?
Elimizdeki diziler bilinçaltının bu noktasını ne yazık ki bizimle tartışmıyor. Buzdağının suyun üzerindeki küçük parçasını görkemli bir prodüksiyon, iyi bir ekip ve dolayısıyla garantilenmiş bir izlenme oranıyla sunuyor bizlere. Şiddet ve gerçeğin romantize edilmesi. Karşımızdaki ekranda akıp duran bunlar. Kayan bu görüntüler önceden zihnimize kazınmış mesajları verip duruyor. Sonuçta ise ne bir kalıp değişiyor ne de düşüncelerimiz farklılaşıyor.
Bunları düşünüp dururken Sel Yayıncılık’ın yayımladığı Beat kuşağının önde gelen yazarlarından William S. Burroughs’un ‘Cut-up’ üçlemesinin ilk kitabı “Yumuşak Makine” için soruşturma açıldığının haberi geldi. Sel Yayıncılık’ın bu konuda yaptığı açıklamadan bazı cümleleri sizlerle paylaşayım: ‘Sonunda bu da oldu; yüce Türk yargısı Beat Kuşağı’nın ahlakını da yargılamaya başladı. ‘Yumuşak Makine’, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından soruşturmaya uğratıldı, davayı açmak için ise bilirkişi raporu da yine o muazzam Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu’ndan alındı.’
Açıklamada yetişkinler için hazırlanan ve piyasaya sürülen kitapların çocuk kurullarına gönderilmesindeki mantığın ne olduğu da tartışılıyor. İşin daha da ilginç olan bir yanı var: Bu kurulun içinde edebiyatçı, çevirmen ya da eleştirmen bulunmuyor. Kaldı ki çocukları ve gençleri korumanın yöntemi kitapları yasaklamaktan geçmemeli.
Sevelim ya da sevmeyelim dünyanın biliçaltını altüst eden bir kuşaktır Beat kuşağı. Söz konusu bu yasakla, insan işin içinde ‘müstehcenlik’ten ziyade başka korkuların gezindiğini hissediyor. Tiyatroları kâr etmiyor diye kapatalım, heykelleri ucube diye parçalayalım…
Bu muamele toplum olarak bilinçaltlarımıza tozlu bir perde çekmek için mi yoksa?