Arka bahçe

‘Olmak ya da olmamak’ diye başlayan o tiradı bilirsiniz değil mi? Shakespeare’in kahramanı Hamlet’e elinde kafatasıyla söylettiği sözlerdir bunlar. Hamlet’in kendi kendine konuşmalarının en çarpıcı olanlarından biridir. Aslında var olmak ve yok olmayı tartışmaktadır Hamlet. Yaşamı ve ölümü. Her ne kadar kitabın ölüm ve kendini öldürme temalarını işaret eden bir bölümüyse de aslında bir kez daha bizlere hatırlattığı önemli bir nokta vardır: Hamlet bize benzer! Ya da biz Hamlet’e benzeriz. Tedirginliği, yaşananlar karşısında duydukları, mizacı ile o ‘çağdaş’ bir kahramandır. özellikle de erteledikleri, görmezden geldikleri, gerçeği saptırması, maskelerin arkasına sığınışıyla. çoğu eleştirmen onu tartışırken aslında kendimizi tartıştığımızı itiraf etmiştir.

Bir-iki hafta önce bir bakanımızın sanatçıları ‘arka bahçe ürünleri’ diye tanımlamasının üzerinden çok da fazla geçmeden bir başka ‘arka bahçe’ trajedisiyle karşılaştık. 1990’lı yıllarda Diyarbakır’daki JITEM’in arka bahçesinde insanlara ait olduğu saptanan kafatasları bulundu! Hem Hamlet’i hem de bakanın söylediklerini birlikte hatırladım. (Hamlet’in en büyük işkencesi kendine, yani kendi arka bahçesineydi. Bunu fark etmeseydi Hamlet’ten ne bakanı olurdu diye de düşünmedim değil!)

Sonra o meşhur tiradı biraz değiştirdim. ‘Arka bahçede olmak ya da olmamak… İşte bütün sorun bu!’ diyesim geldi. Ve satırların devamı Hamlet’ten dökülüverdi:

Düşüncemizin katlanması mı güzel

Zalim kaderin yumruklarına, oklarına

Yoksa diretip bela denizlerine karşı

Dur, yeter demesi mi?

Yoksa kim dayanabilir zamanın kırbacına?

Zorbanın kahrına, gururunun çiğnenmesine

Sevgisinin kepaze edilmesine

Kanunların bu kadar yavaş

Yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine?

Şu işe bakın, arka bahçe bana Hamlet’i ve bu tiradı hatırlattı. Sadece ortada kimlikleri belirsiz kafatasları olduğu için değil. Arka bahçeye duyulan hazzın yıllar içinde hiç sönmemiş olmamasına da şaşırıp kaldım. O kafataslarının arka bahçeye gömüldüğünde her şeyin ‘yaşam’ temelinde çözüleceğine duyulan sapkın inancın aramızda dolaşan yüzsüz hayaletine. ölümün bir çözüm olduğuna duyulan o inanca. çözüm mü dediniz? Haydi arka bahçe!

Nedense bana arka bahçelere gömülen o kafatasları kendinden kaçışın en üst ve en çılgın noktası gibi geldi. Bu cümleye gelene kadarki süreç de zihnimi kurcaladı elbette. Derken insanların bunu raporlara, hükümete, kayıtlara düşüş biçimlerine takıldım. Sonra sadece kendilerine bunu nasıl haklı gösterebildiklerine. Sadece kendilerine. ‘Bir arka bahçen varsa senden mutlusu yok kardeşim. Göm, yok et, iftira at, aynı filmi çek çek dur… Yeter ki bir arka bahçen olsun.’

Olmak ya da olmamanın bir işkencecinin günlüğünde nereye düşebileceğini anlamaya çalıştım. Varolmanın denklemi sabah sorgu ve işkence, arada yenilen öğle yemeği, ikindide içilen çaylar, sonra akşam işkence yapılanın öldürülmesi ve sabaha karşı arka bahçeye gömülmesi miydi?

Yaşamak buysa ölümün ne olduğunu bir türlü anlayamadım.