Artık yıl

Diyelim ki soğuk bir kış günü, yaşamın bir cilvesi olarak 29 Şubat’ta doğdunuz. Dört yılda bir varsayılan bir insan oldunuz. Dahası da geldi başınıza. Artık yıllardan bir gün, yine doğum gününüzde, Türkiye diye bir ülkede, gençliğiniz ve dikbaşlılığınız nedeniyle kayboldunuz.

Sizi öldü sandılar, yok saydılar. Oysa kim nereden bilebilirdi ki, aslında sizin yüzde 99.9 oranında gümüşten bir kumaşınız vardı ve aslında siz aramızda dolaşıyordunuz.

Ancak 29 Şubat’ın tuhaf bir kehaneti olsa gerek, kaybolduktan sonra dört yılda bir kez, o da sadece bir gün dünyanın farklı yerlerinde göründüğünüze, görüldüğünüze dair ipuçları vardı elimizde. Elimizde dememe bakmayın; bunu sadece anneniz, o dul kadın bilirdi ve uzun yıllar, ondan istenen bunu sadece bildiğiyle kalması olacaktı. O sizi hayalet halinizle koklar ve anlattıklarınıza, kısaca size inanırdı.

Her 29 Şubat’ta, sizin ortaya çıkışınızla birlikte her şeyi yeni baştan koyardı masaya. Küllerin ortasında, küllere geçit vermeyen bir ülkede yaşıyor ve nefes alamıyor olduğunu unutur, sizi, doğum gününüzü, yüzünüzün saydamlığını hayal eder dururdu. Dört yılda bir. Tek bir gün. Mevsim dönümlerinden arta kalanlar gibiydi gözyaşları: Yılın en uzun günündeki son ışık, en kısa günündeki ilk karanlık gibi. Orada durur, sizle onun arasındaki en sahici anıları hatırlamaya çalışır ama nedense en sıradan, en üzerinde durulmaz olan anıyla burun buruna gelirdi. Hiçliğin günübirlik zinhe oynadığı oyunlardan biriydi bu. Sizinle görünmez adamcılık oynayışları ve sizing bitip tükenmez sorularınız gelir otururdu karşısına. Kafası yoksa şapkası nasıl duruyor başında anne? Gözleri yoksa nasıl görüyor anne? Anne, anne, anne. Off yeter derdi kadın, biraz da baba de be çocuk!

Her şeyi yeni baştan koyardı ortaya o zaman. Küllerin ortasında, küllere geçit vermeyen bir ülkede, dışardan seçilebildiği kadarıyla anlaşılacak biçimde eğerdi başını: Bu yaşam, derdi. Anla artık. Sakarlığın muhteviyatı, duyguların hortlamayacak olanı, yaşam bu. Anlamsızlığın ortasında anlam arayan insan suretinle gör şunu derdi. Bu yaşam. Cevapsız. Muhbir ve suskun. Bu yaşam, yaşam. Eski ve yıpranmış. Bir 29 Şubat’ta oğlunun gölgesinde, hayaletinde süzülürken izi, sana çarpan, seni alabora eden o hantal yan, yaşam. Bir gazete kupüründen alıp sakladığın bir parça gibi, bölükpörçük ve asla tamamlanamayacak olan.

Bu, gözle görünen şey, yaşam.

***

Uydu ya da radarlar tarafından tespit edilemeyecek askeri hayalet üniformalarla ilgili haberi okurken aklıma düştü bir 29 Şubat yazısı yazmak. Aklımda, gencecik kaybolan çocuklar. Termal kameralar ve gece görüş dürbünleriyle seçilemeyecek olan genç bedenler.

Ya görünmekten değil geceden korkuyorlarsa?

Kaybolmak sadece gözle seçilir olmamak mıdır, bilemedim. Kayıp gençlik buna mı denir, bilemedim. 28 Şubat gerçekse, 29 Şubat neye denir, bilemedim, emin değilim.