Aslolan gerçekten de hayattır…

30 Aralık 2015 günü barışa destek vermek isteyen bir grupla Diyarbakır’a gittim. Temel cümle buydu: Aslolan hayattır. Hayatın kıymetini es geçen bir yılın son günlerinde, hayatı bir kez daha düşünmek, bu düşünceyi aktarabilmek için, Diyarbakır’a, Sur’un önüne gidenler arasındaydım.
 
Size sadece, basın duyurusu yapılırken Sur’un önünde hissettiklerimi yazmak istiyorum.
 
Kurşuni bir havanın dibinde, gözleri ağlamaktan şişmiş Diyarbakırlı bir kadının eli elimde, umudu ertelemekten başka çaresi olmayan eski mi eski bir kentin yazgısının ortasında, kaçıncı kezdir tanık olduğum bir duygudur bu diye düşündüm. Kaçıncı kezdir hissedilen bir çaresizlik duygusu.  ‘21. yüzyılda millet uzaya giderken, bizim gide gide tellere, sansüre, silahlara, kutuplaşmalara takılışımız…’ Ve nefessiz kaldım.
 
Surların ortasındaki karartımıza baktım. Uzaydan görünebilecek halimize… Bir kent, sevgili okurlar, koca bir açık cezaevine dönüştürülmüş durumda. Gündelik hayatın bu biçimde ablukaya alınması, hiç de ekranlardan yansıdığı gibi değil, buna emin olabilirsiniz. En temel gerçek bu. Gecenin içinde kulaklarınızı sağır edecek kurşun seslerinin ağırlığıyla ertesi güne hazırlanmaya çalışmak, buna eşlik eden maddi manevi kayıplar, bu kayıplara kapılıp gidenler ve bir daha geri gelmeyecek olanlar. Cenazesini teslim alamayan acılı babaları dinledik. Onlara imzalatmak istenen resmi belgelerden bahsettiler bize. Duymak istemeyen kulaklara şunu sormak istedim o zaman: ‘Genç bir çocuğu şiddete iten nedenleri ortadan kaldıramadığınızda ne olur?’ Dahası aynı çocuğun babasına verilmeyen o cenazenin vebalinden kim sorumludur diye.
 
Surlara baktım, eskiye. Şiddetin, giderek, meşru hale gelmesinin yükünü taşıyamayacak kadar yorgun gözüktüler bana. Diyarbakır Kitap Fuarı sırasında Hasanpaşa’da, o kadim diyarda dostlarla oturuşumuz geldi aklıma. ‘Her şey daha iyiye gidiyor’ umudu. O dişi, canlı, bereketli umut. Galerilerden sarkan kilimlerdeki o renk cümbüşü.
 
Şimdi, ne? O umudun sesine ne oldu?
 
Fuar’ın yerinde yeller esiyor, Hasanpaşa unutulmuş bir buluşma yeri. Ya Surlar? Hem eski, hem de çok yalnız şimdi. Aslolan hayatı aktardığı o arbedeli yüzyıllardan sonra, küskün, bezgin, şaşkın. Eskinin gururu ile değil, eskinin ağırlığı ile haşır neşir. Yalnız.
 
‘Hoşgeldin kardeşim acılı yalnızlığıma!’ diyor Türkan Elçi bizlere. ‘Bu kış her kıştan daha kış’ diyor. Bu cümlenin anlamını herkesten daha iyi tanıyan Rakel Dink ise ‘Hoş bulduk kardeşim, biz yeter demeye geldik. Her tarafa yeter demeye geldik’ diyor.  ‘Toprak doymaz’ diyor Rakel Dink. ‘Bunları kardeşçe, insanca, parlamentoda konuşun demeye geldik.’
 
Surlara bakıyorum. Üşüyor olmalılar. Öylece ıpıslak kalakalmışlar.
 
‘Her akşam sana güneşler doğuracağım’ diyor Türkan Elçi.
 
Surlara bakıyorum.
 
Bu toprakların ortak sırlarına. O sırların, kim ne kadar duymazdan gelirse gelsin,  hissetmekten kaçarsa kaçsın, ortaklığına. Tüm parçalamalara rağmen, o bütünlüğe…
 
‘Bu kadar acı yeter’ diyor Rakel Dink.
 
Surlara bakıyorum. Taşta gezinen sessiz acıya. Bu kadar acı yeter, yetmeli. Ancak bunun için ilk önce sağırlıktan kurtulmak gerekiyor. Bir de elbette aynı ekranlara, aynı gazetelere yapışmış olmaktan.