Aydınım, Aydınsın, Aydın (mı?)

Böyle bir toplantıya çağrılı olduğumu duyunca şaşırıp kaldım. Aydınlanma konusunda neler söyleyebilirdim, hiç ama hiç emin değildim. Doğrusu ya buraya gelmeden önce epey kafa yordum Aydınlanma konusunda düzgün bir şeyler söylemek konusunda. Ancak bu çaba boştu -en azından kafamda sistematik bir sunuş oluşturup bunun  aktarılması bakımından boş.  Neden derseniz Aydınlanma projesinin devamı var-yok tartışmasına sistemli bir tarzla ve böyle bir tarzda açıklamalarda bulunmak bile baştan sona Aydınlanmayı destekleyici bir tavır anlamına gelebilirdi. Oysa ben Aydınlanmaya karşı bir kıyıda- kendine atfedilen kimliği ile çoktan o kıyıya savrulmuş bir bedbaht, sonra o kıyıdaki duruşunun biricik kimliği olduğunu farketmiş Üçüncü dünyalı bir kadın olarak o arlanmaz kıyıda- duran meczubun tekiyim. Bu anlamda Aydınlanma konusunda söyleyebileceğim tek şey karanlıktan göz gözü görmediği olacaktır. Dipsiz bir karanlık içinse hangi sıfatlar seçilebilir, hangi cümlelerin kurgulamasına gidilebilir, hangi metin oluşturulabilir, sonra da savunulabilir, gerçekten uzun bir müddet düşünmem gerekiyor.

Gene de bu dipsiz karanlığın tahlilini yapmaya çalışırken, aydınlık kutbunun öbür ucundaki karanlıkla bir alıp veremediğimin olmadığını farkettim. Benim sorunum tam da aydınlanma kavramının ortasında filizlenmiş bir sorun, bir problematikti. Kabaca aydınlanma nedir diye sorduğumuzda onun bir çırpıda saydığımız aydınlık, ilerleme, eşit haklar, medeniyet, eşit haklar sistemi üzerine kurulu bir hukuk sistemi, özgürlük…kavramları ve fikirleri ile başlayıp bunlarla da dizginlenemeyecek uçsuz bucaksız bir mutluluk olduğunu söyleyebiliriz. Değil mi? Buradaki tuhaflık aydınlanmanın, yani o davetkar uçsuz bucaksız mutluluğun bu edimi gerçekleştirirken izlediği tutum, o tutumda çöreklenmiş olan gizil tutkudur. O ikircikli tavırdır beni düşündürüp duran. Dolayısıyla öbür kutuptaki karanlık, bu karanlıkla temsil edilen kömür karası karanlık değil sorun, sorunumuz bu olmamalı  -artık bu olmamalı;  sorun aydınlığın tam da merkezindeki çelişki ve seçicilikten kaynaklı kablo yanığı rengindeki  o karanlıktır. Gözünüze tutulan yoğun, sürekli bir ışık kaynağının bir süre sonra retinanızı hissizleştirmesi suretiyle aslında göremediğiniz, görme organınızın dumura uğramasıyla oluşan bir algı sapmasıyla  o rengi yaşadığınız bir karanlıktır o. O kablo karanlığı rengi, o ışık demetinin gözünüzden vazgeçmesi halinde bile devam eder. Bu ışık öyle bir ışıktır ki, eline geçirdiği potansiyel görme yetinizle tatmin olmaz bu kez görebilme ediminizi zorlamaya başlar. Dolayısıyla direkt olarak gözünüzü alıkoymaktan vazgeçip bu kez bulunduğunuz mekanı aydınlatma suretiyle egemenliğini devam ettirecek ve size ait olduğu savlanan o mekanı “sizin için” kendince aydınlatacaktır. Örneğin oda içindeki bir dolabı, öbür köşedeki bir masayı. Ama dolabın iç çekmecesini değil ya da masanın üzerindeki vazoyu, asla… Tüm bu detaylar bir hayali tablo gibi zihninizden akıp gidecek ve silinecektir- hayaller desteklenmediği zaman çabucak silinip gitme potansiyeline sahiptirler- bilirsiniz. Hemen belirteyim ayakta, dimdik ve ortak hayal görme, asgari müşterekte rüyalara dalabilme pratiğimizi de Aydınlanmaya borçluyuz.   Geriye kala kala masa ve dolap kalacaktır; bir de o ışık sayesinde onları görebildiğinizden ötürü o ışığa duyduğunuz minnattarlık, saygı, sevgi… Zaten o saygı ve sevgi üzerinden yürütülmez mi her şey, konunun  püf noktası da burada saklı bence.

İşin çarpıcı ve ilginç olan yanı o ışığın bir özne olarak sizin elinize, sizin “insiyatifiniz” ve “özgür iradeniz” doğrultusunda sunulmayacağıydı. Ta ki o ışığın biricik nesnesi olana kadar. Oda dendi mi sadece dolabı ve masayı aydınlatabileceğiniz bilinç düzeyine eriştiğinizde elinize tutuşturulacak ışık kaynağı sahipliğinize değin. Artık medeni, özgür ve  hür iradeye sahip bir bireysinizdir; ancak modernizmin sizi çevrelediği, sizi sınırladığı doğrultuda. Bunu sonuna kadar da savunabilirsiniz üstelik. Yani masanın üzerindeki vazo düşene değin…

(burada galiba bir seyirci söz ister ve o ışığı kim tutuyor Müge Hanım diye bir soru sorar: Ben de toplantının ilerleyen dakikalarında uyumazsa ona anlatabileceğimi söylerim. Toplantının sonunda ise o izleyici salondan ayrılır, bir hanım seyirci aynı soruyu sorar ve çok merak ediyoruz Müge Hanım, der, o ışığı tutan kim. Ben de o ışığı kimin tuttuğu ile kimin tutmadığının ayrımını yapmanın güç olduğunu söylerim. Merak etmeyin ne sizsiniz ne de biziz, derim, onları ve biz konuşmacıları göstererek. (Aslında ben de tam olarak bilmiyorum…))