Bahar

Tren yoluna bahar gelirdi. O zaman yollara düşerdik. Üç kişilik, sivil mi sivil, silahsız bir orduyduk, çıkınımızda su, beyaz peynir, kızgın yağdan yeni indirilmiş ekmek hamurları. Bahar demek Söğütlüçeşme Çamlıca Gazoz Fabrikası’nın önünden inilen tren yolu, o yolun  ikindi güneşinde uzayıp giden kahverengi ve çelik rengi, o renge eşlik eden irili ufaklı tren taşları, taşların üzerinde en önde koca, tostoparlak bir bulut gibi seken Ayhan ve Ayhan’ın omzuna astığı bej polyester çantasından yükselen erzak harareti demekti. Yolun kenarlarından müsrifçe önümüze savrulurdu başı boş frezyalar, erkenci ya da geçkin sarı papatyalar, çitli bahçelerden  taşan hünnap, akasya ağaçlarının hevesli dalları.

Bahar gelirdi, biz yürürdük tek sıra halinde.

Mahir’e o büyük felç vurmamıştı daha; yine de Kızıltoprak’a yapılan o gezilerde Nisan günlerinin erken ikindi güneşi gibiydi yürüyüşü; tiz ve çabuk sönen. Önden önden başladığı en iddialı seferlerinde bile hep en arkada kalırdı -nihayetinde.

Bahar, 1970’li yılların ilk zamanlarında kente düşmekten korkmazdı; kentli de ondan. Çiçekler kopmaz, kokar; ağaçlar kesilmez, gökyüzüne taşardı. Belki tam olarak böyle değildi de Ayhan ve Mahir’in benim çocukluğumun masallarına düşen çehreleri böyle derdi. O masallarda tren yollarının semtten semte bölündüğü aralarda çizgi kahraman Tarkan’ın sütannesinin hiç de yoksul biri olmayıp şu mimoza ağaçları ile irislerin içersine saklanmış yeşil cumbalı muhteşem evde oturduğunu, kırk haramilerin sıradan eşkıyalar olmadığını, hatta Mahir’in bunlardan bir ikisini şahsen tanıdığını, bu haramilerin gece arkadaşlarıyla tam da bu yollarda yürüdüklerini ve de çocuklarla gençleri sevip kolladıklarını, Fatoş’la Basri’nin ilerdeki gelin gibi süslenmiş ağacın vereceği eriğin kompostosunu yapıp bir ihtimal öksüzlere dağıtacağını öğrenmiştim. Dahası içerlek bir bahçede açan limon çiçekleriydi. O limon çiçekleri, etrafları sıkıca çevrilmiş bir bahçedeki bir ağacın suskun çiçekleri olsalar da  ilerde belki de böyle olmayacaklardı. Sarı, güzel kokulu limonlar olacaktı her biri ve Ayşegül onlardan limonata yapacak, bir bütün Kadıköy ahalisine dağıtacaktı nane kokan buğulu limonataları.

Ayhan ve Mahir bir yana, tren yoluna gelen bahar bana fısıldadıklarıyla, çocukluğumun sır içindeki oyuncak denklerini fütursuzca açan cazip ve can yakan bir yan komşu veledi gibiydi. Yol bir türlü bitmezdi, ter içinde kalırdınız ama rayların üzerinde sekmek hayat demekti, hızla geçen, dur durak bilmeyen, baharları devireceğinizi ve sonra yorulacağınızı bildiğiniz hayat.

Bu hayatın o en yürek hoplatan çocukluk döneminde sahiden bahar gelir ve biz yollara düşerdik, herkesten önce.

Öyle bir yoldu ki bu ileriki anıları, mutlulukları, hüzün ve hayal kırıklıklarını pek de merak etmezdiniz. Aklınızda birazdan yiyeceğiniz ekmek hamuru, arasına koyacağınız peynir, çiğdem, hatmi çiçekleri, sümbüller, hayaller, içinizi titreten taze bir hava, gerberalar, dönüş yolu, fulyalar, hercai menekşeler ve sonraki yeni ikindi serüvenleri… “Bahar, çocukluk, gençliktir” diyen Mahir’le Ayhan’ın, bahar yorgunu iki yaşlının, sanki hep şimdiymiş gibi kulaklarımda yankılanan tren raylarına karışan sesleri.

Bahar sahiden de gelirdi o zamanlar. Bahar geldi mi? sorusundan çok ama çok önce.