Başkan Babamızın Sonbaharı

Bir okurumuzdan Cumartesi günü yazdığım ‘İnanç’ başlıklı yazıma bir mektup geldi. İlginç bir mektup. Sizlerle de paylaşayım:

‘Anlattıklarınız, benim bir süredir izlediğim yaşanan olaylardan çıkardığım sonuçla bire bir örtüşüyor ama bunu sanki kendi düşüncem gibi algılıyordum. Sizin yazınızı okuyunca gördüm ki, benim gibi düşünenlerin olmasının yanı sıra, neredeyse bilimsel olarak bile ispatlanmış diyebiliriz. Ama düşünüyorum da, benim de bir inancım var. Mesela bu hayatta karşıma çıkabilecek hiçbir şeyin Allah’a olan inancımı sarsamayacağını düşünüyorum. Ama hep şunu söylerim, eğer ki biri çıkarsa ve bana mantıklı bir açıklamayla Allah’ın olmadığını ispat ederse, Allah’a olan inancımdan vazgeçerim. Bir başka örnek de, şu anda Suriye’de bazı terörist grupların insanların kafalarını keserken görüntüleri. İslam adına Allahuekber diyerek bu vahşeti icra ediyorlar. Bunu ben izlemekte zorlanırken, onlar bunu sıradan bir şeymiş gibi yapıyorlar. Onlara bunu yaptıran da yine bir inanç. Bu iki örnekten şunu çıkarabilir miyiz? İnanç normal bir insani durumdur, belki de ihtiyaçtır; çevreyi, doğayı, hayatı sorgulayıp ulaştığımız doğrulardır bir nevi. Bu sorgulamalara bir cevap bulma ihtiyacı hissederiz çünkü. İnsanoğlunun merakından olsa gerek. Ama bir şeye inanırken, aklımızla değil de, başka bir şeyle, mesela dürtülerle ya da başkasının yönlendirmesiyle hareket edip, inancımızı bu şekilde belirleyince olayın boyutu değişiyor sanırım. O zaman pes dediğimiz durumlar ortaya çıkıyor. Sizin bu konudaki fikrinizi merak ediyorum açıkçası.’

Okurumuzun Suriye örneğini görünce, bu mektuba bir edebiyat metniyle yanıt vermek istedim.

1982’de Nobel Edebiyat ödülü’nü kazanan Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez’in bir romanı vardır: Başkan Babamızın Sonbaharı. Bu kitapta yazarımız sevgiden nasiplenememiş, kafayı sıyırmış bir başkan çıkartır karşımıza. Onun kendince yaşama tutunmak adına işlediği cinayetleri tek tek gösterir bize. Kan ve şiddet, bu adam için yaşamına belki de anlam yükleyebildiği yegane araçlar haline gelmiştir.

Bu noktada iktidarı, iktidarı temsil edeni görmemizi arzu eder Marquez. Ancak aynı zamanda bu zatı ‘lider’ kılanın, bir biçimde onun yaşamına tanıklık eden ‘tipler’ olduğunu da bilmemizi ister. Başkanın meşruiyetini, kan dökücülüğünü asıl meşru kılanlar bu adamın icraatına o ya da bu şekilde tanıklık edenlerdir. Başka bir deyişle, siz dikkatli okurlar olarak, yazarın o şahane üslubunda saklı olanın aslında şu gerçek olduğunu anlarsınız: Bu kişiyi ‘başkan’ kılanın, onun eyledikleri karşısında sessiz kalanlar, teslim olanlar, dümen suyuna gidenler olduğunu; sistemin de bir biçimde kendine böyle yol çizdiğini. Dahasını da keşfetmeniz mümkündür: Başkan’ı yaratan gerçek dışı düzenin kökeninde de bu türden bir teslimiyetçilik vardır.

Okurumuzun şiddete işaret ettiği inanç burada devreye girer. Gerçek dışılığın ‘gerçekmiş’ biçiminde algılanması ve sürekli olarak ‘makul’ bir şeymiş gibi üretilmesi.

Kitaptan bağımsız olarak şunu söyleyebilirim: Diktatörler bunu üreten kişilerdir. Ancak şunu unutmamak gerekiyor: Asıl üretim bunun yankılanmış halinde gerçekleşir. O ya da bu şekilde bu şiddete onay verenler sayesinde. O ya da bu şekilde bu şiddete ‘razı’ olanlar sayesinde. O ya da bu şekilde bu şiddeti ‘şiddet’ gibi görmeyenler sayesinde.

Bunu alenen bir şiddet değil bir ‘inanç’ biçiminde algılayanlar sayesinde…

Dolayısıyla benim gözümde çağımızda ‘inanç’ denilen şey, aslında bir ‘başkan’ın ya da bir ‘diktatör’ün kendini sarabildiği, kendine inananlardan feyz aldığı güruh mantalitesinden yansıyanlardır. Yaşama tutunmak adına şiddeti meşru kılan liderlerin ‘sıradan’ ve o çok tanıdık, karbon kopya öyküleri değil. Bu tür başkanların gerçek öyküleri, onları yaratan gerçek dışı düzenin öyküsüdür. Ve asıl öykü de budur zaten!