Bir Rüyam Var

 

 BİR RüYAM VAR

Karayolu benim tercihimdi. Sofya’dan istanbul’a doğru yola çıkmış bir otobüsün içindeydim. Yolun engebeli hali, otobüsün egzozundaki sorunlar gece boyunca peşimi bırakmadı. Beş saatte kat edilebilecek bir yol, tam da bu aksaklıklarla ve dahası bu aksaklıklara eklenen hudut trafiği-hengamesi-beyhudeliği yüzünden sekiz saate çıktı.

çat orada çat burada beni bulan uyku esnasında, yol boyunca girdiğimiz çukurların sesi ve derinliği eşliğinde, tuhaftır, Martin Luther King’in ‘Bir Rüyam Var’ sözünü sayıklayıp durdum. King, bu alacalı ruh halime rağmen elbette tesadüf sayılamazdı. Metis yayınlarından yeni çıkmış olan Demokrasi Ne Alemde adlı kitap yanımdaydı;  Slovaj Zizek’in yazdıklarıyla içinde bulunduğum durumun  bir paralellik sergilediği ise ortadaydı. Metaforik olarak düşünürsek o an yaşamın çıkmazlarından birindeydim. Yol uzun ve yorucu, otobüs hantal ve umursamazdı. Zizek’in bir üniversite hocasından alıntıladığı bir cümleyle başlıyordu makalesi: ‘Herkes, en küçük çocuk bile bilir Martin Luther King’i, şöhretinin bir rüyam var konuşmasıyla doruğa çıktığını. Ama kimse bu cümleden bir adım öteye geçemez. Tek bildiğimiz bu adamın bir rüyasının olduğu. Neydi o rüya, onu bile bilmeyiz!’ Zizekse bu cümleye şöyle ekliyordu düşündüklerini: ‘Bugün Beyazlar ile Siyahlar arasındaki eşitlik Amerikan Rüyasının bir parçası olarak yüceltiliyor oysa 1920 ve 1930’larda ırklar arasındaki tam eşitliği savunan yalnız Komünistlerdi.’ King’in sadece ırk kardeşliğini değil  diğer konularda da, kısacası tekmil eşitliği hayata geçirmek gibisinden bir hedefi olduğunu söylüyordu Zizek. Yoksulluk ve militarizm, kısacası savaş karşıtlığı  ise bunun başında geliyordu. 1968’de öldürüldüğünde Memphis’e gitmiş ve Vietnam Savaşı’nı eleştiren bir konuşma yapmıştı. Gerçekten başarabilmiş miydi? Bilmiyorum!

 

Derken otobüs bir çukura daha düştü. Karşı sıramda uyumakta olan Türk asıllı Bulgar kadın okkalı bir şeyler söyledi. çukura mı, kadere mi, belli değildi bu söyledikleri.  AB’nin Bulgaristan’a pek yaramadığını sezmek için alim olmaya gerek yoktu. Yollar bu yoksullaşmadan nasiplenenlerin başında geliyordu. Adı ne olursa olsun egemen düzenlerin insanı yok sayma pratiği değişmiyordu galiba. Ancak şu aşikardı ki o saat ikimiz için de ne geçmiş ne de şimdiki zamanın ruhunu düşünme saati değildi. Uyumalı ya da uyur gibi yapmalıydık. Yaşamlarımızın çoğu anı böyle akıyordu gerçi ama bu da başka bir zamanın konusuydu. Tekrar bölük pörçük uykusuna döndü karşı sıradaki kadın; ben de kendi tuhaf rüyalarıma.

 

Esenler garında o yorgun otobüsten indikten sonra bir bavul gibi ortada kaldığımı hissettim. Sonra bir taksi durdu önümde. ‘Atla abla’ dedi içindeki. O an ona gideceğim yer yerine uykusuzluğun verdiği sarhoşluk ve ‘benbilirimbenbilirim’  halleriyle şunları söylemek istedim:

 

Şöför Bey! İnsanın bir rüyası olması ve bunun mümkünse paraya odaklanmış ve sahteliği defalarca kanıtlanmış  bir Amerikan rüyasına indirgenmemesi; bu insani rüyanın  ırk karşıtı bir düzlemde popülist bir tavırla değil gerçekten sahiplenilmesi, hayata geçirilmesi; bu rüya eşliğinde dünyadaki yoksulluğun önemsenmesi ve en önemlisi yeni entrikalar üretmeden top, tüfek, gizli kameralarla değil vicdanla savaş karşıtı bir noktada durabilmesi hala çok değerli!

 

Hayırhayır. Bunları söylemedim elbette. Hayata geçmeyen, sinemeyen sözlerin hiçbir anlamı yoktu ki. Onun yerine ‘Karşıya geçeceğiz’ dedim. ‘Umarım trafiğe fazla yakalanmayız.’

Tuhaf olan şu ki ilginç bir çift söz geldi karşı taraftan: ‘Merak etme abla. Sen gönlünü ferah tut.’