Bir Zamanlar Avşa

Dedem için Avşa bir tutkuydu.

Marmara Deniz’inin güneybatısındaki o üç büyük adadan biri yani: Marmara-Paşalimanı ve Avşa. Ama en çok Avşa. Anlattığına göre diğer ikisini de denemiş ve Avşa’da karar kılmıştı. Avşa, 70’li yılların başında onun gibi bir emekli için keşfedilmemiş ve üstelik Cuma’sız bir adaydı; hani neredeyse yasasız bir ada ve aynı zamanda da acilen yasa konulmayı beklemeyen bir mekan. Ondaki tutkuyu esas kılan buydu; buna eminim. Gerçi zaman birçok şeyi değiştirdi ama dedemden sonra; değişim, iş işten geçtikten sonra uğradı adaya, açıkçası dedem ölüp gittikten sonra… Kısacası dedem  işin bu değişim faslını hiç görmedi. Emekli muhasebe memuru Sayın Bay Mahir Crusoe’nun adasına   martın delişmen, keskin soğuğu pek uğramazdı o zamanlar. 70’li yıllarda şehirlerde Mart tuzaklar kurarken onun adası martı sesleriyle dolar, rüzgar keşişlemeden eserdi. İşte öyle zamanlarda, yani İlkbaharın şehirlerde, mesela İstanbul’da, her şeye rağmen hayal meyal seçilmeye başlamasının hemen ardından yollara düşerdi dedem. Kanaatim odur ki adanın papatyalar, gelincikler, katırtırnakları ve beyaz kum zambaklarını içine çeke çeke uyanmak isterdi sabahları. Ağzında dün akşamın serin saatleri, o saatlere denk düşen geçen sene mahsülü şarabının burukluğu ve o buruklukla birlikte bugünün sabahı. O sabahla birlikte  ilerdeki zeytin ağaçlarıyla bezeli mor dağlara baka baka sade kahvesini yudumlamak… sessiz, sakin. 

Neden güney kasabaları değil de Marmara, Marmara’da böyle bir  ada? Bu soruyu kendisine sıkça sormuşumdur. O zaman mütevazı ada evindeki Philips marka radyosunu işaret eder: “Yine de fazla kopmayacaksın hayattan,” derdi. Özellikle öğle vakitleri radyonun başına geçer, Ophioussa, Afousia, Panaya, Avşa, şimdiki adıyla Türkeli ya da  adı her ne olursa olsun bu diyarın gerçek bir yerlisi gibi ama aynı zamanda da İstanbul’lu, Türkiye’li ve dünyalı bir vatandaş gibi o boğuk, cızırtılı kadın sesinin sıraladığı haberleri  dinlerdi. Neden güney değil de Marmara? “72 deniz mili bir uzaklıktır; aynı zamanda da bir yakınlıktır, demişti bir seferinde. Şuradaki Hayırsız Adayı görüyorsun değil mi? Onun Hayırsız olduğunu mu sanırsın? Çok yanılırsın. O, adanın Batı noktasını imleyen bir kara parçasıdır, aslında. Üzerinde deniz feneri bulunan bir adanın neresi hayırsızdır? 

Kendini hayırlı bir emekli olarak görmek isterdi, bu sözlerden bunu anlıyorum. Şarapçılığın, balıkçılığın ve taşçılığın gitgide daha anlam kazandığı bu granit ve üzüm bağları  diyarında kendini hem bir sürgün hem de hala bir şehirli gibi görmesinde yatan nedeni, bugünden oralara baktığım zaman daha iyi anlıyorum. Adanın yüzyıllarca Hristiyan din adamları için bir sürgün yeri olarak kullanılmış olmasında mı aramalı bu “hayır ve hayırsızlık” gelgitini; yoksa dedemin kendi kişisel tarihinde mi? Adanın batı kumsalları boyunca uzanan Araplar ya da Yiğitler  köyüne sıkça gitmesinde-hemen hemen haftanın üç günü-  kendisiyle aynı kaderi paylaşan Trakya göçmenlerinin etkisi neydi; Lozan mübadilleri  gerçeğinin adanın kıyılarına vuran neredeyse tatlı suya yakın kıvamındaki dalgalarla neyi getirip götürdüğünü kim bilebilir?

Akşamüstleri, bazen Araplardan, bazen de daha yakınlardaki tanıdık bağ evlerinden döndükten sonra adanın batısındaki köyün kahvesine gider, bu kez ortaşekerli kahvesini söyler ve kahvehanenin, biraz abartalım, ta Marmara adasına kadar açılan ufkuna baka baka tavla atmaya başlardı. Sonra yine şarap vakti gelir çatardı. Düğünler ve cenazeler gibi bereketin de herkesçe paylaşıldığı nice “olağan”  saatlerden biri daha yani. Sonra benzer konuşmalar gruba, o şarabi akşamlara karışacaktı:  “Bu eylül yeni bir bağ bozumu olacak ya, bu sene bereket olacak, bereket…Şarap imalathanesi varsın olmasın. Ah! Bir imalathanemiz olsaydı… Bizim şarabımız bize yeter… Yaz ve Güz akşamları ne güzel gider testi şarabı… ” Böyle sözlerle geceye doğru demlenir giderlerdi. Adanın suyu eşlik ederdi onlara.

Denizin suyuna gelince…Dedemin gecenin bir keresinde “ben böyle suda kuzeydeki Ekinlik’e kadar yüzerim, yunusların oraya kadar” dediği cinsten bir suyu vardı Avşa’nın. Bu düşüncesinde Avşa’nın suyu kadar şarabının da  etkili olduğunu hatırlatalım. Ekinlik adaya çok yakındı ama insanda bir derinlik, uzaklık hissi de bırakırdı. Bunun nedeni yunuslardı muhakkak.   Bu güleç balıklar adanın kıyılarına kadar sokulur, uzağı yakın, derini sığ kılar,  adalılarla yarenlik ederdi.

Diğer balıkların ise  bu kadar şanslı olmadığını biliyoruz… Onların akıbetini balıkçılar belirlerdi. Mayıs levrek; Ağustos yavru palamut; Eylül lüfer, kolyoz; Ekim, uskumru, torik, hamsi, mezgit demekti. Bazen de Ege denizinden Marmara’ya giden sardalya sürüleri vururdu ağlara. Kabuklu hayvanlar da az değildi hani: İstakoz, pavurya, karides, istiridye, hele de kum midyesi… Adanın her tarafı kum midyesi kaynardı.

Gel zaman git zaman büyük balıkçı tekneleri azaldı, üzüm bağlarının, zeytinliklerin büyük bir kısmının yerlerini villalar, moteller ve pansiyonlar aldı. Marmara’da bütün yolların Avşa’ya çıkması adanın gelişmesine gelişme kattı, ada mevsim tanımaz bir biçimde iyiden iyiye kalabalıklaştı, konut yapımı gittikçe arttı. Bahar yaza, yaz güze karıştı. O zamanlara yakın bir zamandı dedem alıp başını gitmişti. Gidiş o gidiş… Marmara’nın en güzel şaraplarını ve hülyaları Avşa’da, Avşa’ya bırakarak…