31/07/2016
‘Onun bu unutkanlığı ve ilgisizliği karşısında içten içe kan ağladım ki ağlamaların en acısı budur’
Charles Dickens, Büyük Umutlar
***
Bu yazıya, bu zor günlerden geçerken, Gezi çocuklarına ithaf ederek başlamak isterim. Öyle ya, sürekli olarak demokrasi kuşanma hallerinin telaffuz edildiği günümüzde, yakın geçmişte onların da tek dileği buydu zaten. Daha iyi, daha yaşanılası bir Türkiye için meydanları doldurmuşlardı. Ama hiç ummadıkları biçimde güvenlik güçlerinin (kimileri artık ak kaşık olduğuna göre onlara FETÖ’cü mü desem) çok ama çok sert tepkileriyle karşılaştılar. Silahsız insanlara silah çekildi; silahsız çocuklar döve döve öldürüldü. Bu çocukların anneleri meydanlarda yuhalatıldı. Ve AKP’ye oy vermeyenler (en muhafazakâr demokrasi bile bu zorunluluğu dayatmaz) o günlerde akıl almaz bir şiddetin muhatabı olmak durumunda bırakıldı.
Şimdi… Sözcüklerin iki günde bir paçavraya döndüğü ülkemde, OHAL ‘özgürlük’ günlerinden geçerken, hakimiyetin milletin olduğu da yeniden hatırlandığına göre, birlikte olma ruhunun ne olduğunu yeniden düşünmek isterim. Bu ara tek yapabildiğim bu zaten. Ki bununla ilgili daha çok yazı yazacağımı hissediyorum.
Ama toplumsal olarak içinde bulunduğumuz hali (OHAL ve ruh halimiz) düşünerek (hakimiyet milletin olduğu kadar ruh sağlığının da olmalıdır diyerek) bugünkü yazımı başka bir tatla sürdürmek ve tamamlama niyetindeyim.
15 Temmuz’un peşi sıra, benzeri hallerde oradan oraya savrulduğumuz arkadaşlarımla yıllardır yapmadığım ada yolculuklarına çıktım. Maksat püfür püfür bir rüzgarda arkamıza bakmaksızın gitmekti. Ertelenmiş tatillerimin arasına minik minik ada kesitlerini bolca sığdırdım ve gün batımlarını, son yılların dehşetengiz gökdelenleriyle tamamlamakla haşır neşir İstanbul’uma farklı bir gözle baktım. İkindi ışıklarında gördüğüm İstanbul Anadolu yakası, elbette korkunçtu! Son yıllardaki göğü delme telaşının feci izlerini taşıyor, ufacık tefecik içi dolu betoncuk bulmacasının kestirmeden adı oluyordu. Nahoş İstanbul, bu haliyle, yüz buruşturuyordu. Sanki Türkiye’nin tatsız, savruk, nefret, kin ve intikam dolu renginin adıydı bu gri şehir. Artık dönüşü olmayan bir yolun yolcusu olduğumuzu hatırlatıyordu önümüzde serilmiş her şey…
Ancak sonra bir şey oldu.
Dalgalara inen akşam, karşı kıyıya da vurduğunda o beter şehrin yerini, hemen hepimizi güvertesine alıp güzelliklere bırakacak o koca ‘gemi’ aldı. Anadolu yakası, artık ışıklar içerisindeki bir gemiydi ve saatler ilerledikçe paha biçilmez bir gerdanlığa, hatta arada esen rüzgarla bir ütopya diyarına dönüşüvermişti.
Büyülenmemek elde değildi.
Aramızdan birileri değişen ne diye sormayı akıl ettiğinde biz geride kalanlar başladık o cevabı düşünmeye. Hiç kuşku yok ki cevabı hepimiz biliyorduk, yine de karşımızdaki sırlı kara parçası bizi serabıyla oyalamaya devam ediyordu.
Değişen ışıktı tabii. Ve o ışıkla birlikte hepimiz değişmiştik. Bunu bile bile uzun müddet İstanbul’a bakmaya, doya doya bakmaya devam ettik.
Bazen bildiğimiz şeyleri yeniden keşfetmek isteyeceğimiz o zamanlardan geçiyorduk, besbelli. Merak edenler için söyleyeyim: Bu umurumuzda bile değildi.
Ya ertesi gün?
Doğrusu onu düşünmeye takatimiz kalmamıştı.
Ertesi gün sayısız kalem sahibinin gözaltına alınıp tutuklandığı haberini aldım. Hiçbiriyle aynı kulvarda olmasam da tüm bunlara tanıklık ediyor olmak fazlasıyla düşündürdü beni. Ve bir kez daha ifade özgürlüğünün ne olup ne olmadığını, ülkemiz için ne kadar elzem hale gelmiş olduğunu terennüm ederken buldum kendimi. Bir de elbette şu: Demokrasi, gece gündüz, her eve, her koşulda, her zaman ve herkese lazım. Eğer amacımız, tüm farklılıklarımıza rağmen, birlikte yaşamaya niyet etmekse.