BİZ KİMİZ JÖRGEN?

1971 Amsterdam doğumlu bir yazar var karşımızda. Yazar, liseden atılmış ve yirmili yaşlarında ilk romanını yazmış. Otobiyografik bir roman olan Mavi Pazartesiler ile dünya çapında ün kazanan Arnon  Grunberg’i biz Türkiyeli okurlar ilk kez Hayalet Acı ile tanıdık. Yazar bu kez Tirza ile karşımıza çıkıyor ve psikolojik bir romanın girdaplarına bizleri davet ederken sıradan, sıradan olduğu ölçüde çarpıcı bir kurgunun içine çekiyor.

 Gül Özlen’in özenli çevirisiyle dilimize aktardığı Grunberg’in Tirza adlı romanı  özellikle beyaz orta sınıf kargaşasına tuttuğu ışıkla göz kamaştırıyor. Yazarın çekirdek aile ve burjuva  ilişkilerinden yola çıkarak çizdiği tablo, resmin ve edebiyatın bile keskinliğini hafifletemeyeceği sırları düşmüş bir ayna olarak çıkıyor karşımıza. Bu aynaya baktığımız zaman bu sınıfa özgü insanlık tarihinin bahtsız yazgısını da görüyoruz aslında. Bu yazgıdan kurtulmaya çalışmak sevgiyi ve aşkı, şehvete ve anlık ‘romantik’ tatlara bırakmanın gayretkeş enerjisine denk düşebilir; Grunberg’in yönlendirdiği kahramanları  bu hususun altını ısrarla çiziyorlar. Öte yandan sürprizsiz bir hayatın, temkinli bir mutsuzluk ya da tanımı önceden belirlenmiş bir acının peşine düşmekle anlam kazanabileceğine inananlara da şans veriyor Grunberg. En azından kaybetmenin ne olduğunu tatmalarına göz yumuyor!

 Buna karşın romana sadece bir sınıf tahlili gözüyle bakmak Grunberg’in Tirza’sına haksızlık sayılabilir. Dolayısıyla bu sınıfla özdeşleştirebileceğimiz kitaptaki kahramanımız, aynı zamanda Tirza’nın babası olan Jörgen Hofmeester’i çağımızın kurbanı ya da mahallenin beyaz-deli oğlanı biçiminde görüp kolayca katharsis’e ermek pek de mümkün olmuyor biz okurlar için. Kuşkusuz Hofmeester kitap boyunca sergiledikleriyle kendi kurduğu kapana yakalanan av konumunda; ama avcıyken av konumuna düşmek kitaptaki bütün karakterler için geçerli.

Dolayısıyla ‘Biz kimiz Jörgen?’ sorusu, Hoofmeester’in karısının, burjuva varoluş mantığı içersinde hem Hoofmeester’e hem de hayata sorduğu bir soru olarak kalmıyor; zira kitapta hemen hemen bütün karakterler bu sorunun ağırlığı altında kalmış durumdalar. Dahası var:  Farklılığı dillendiren, dünyaya farklı cephelerden bakmayı planlayanlar da sınıfta kalmış durumda. Ki bu da aslında çağımızın en keskin küresel özeti galiba… Tirza, bu açıdan bakıldığında gündelik hayatın içersinde debelenen insanların hikayesi aynı zamanda. Hem debelenen hem de saf idealler uğruna çığrından çıkan duyguların kahramanları bu kişiler ve lime lime dökülüyorlar. Kitap boyunca farklı tatlarda ve katmanlarda tartışılan özgürlük ve eşitlik kavramları sürekli olarak bu kahramanları savurmakta. İşte tam da bu yüzden Grunberg’in bu romanını salt bir burjuva sınıfı eleştirisi olarak okuyamıyoruz. Zira çağımız suçu beyazlara, orta sınıfa ve burjuva değerlerine atıp kurtulabilecek denli kolaylıklar sunmuyor insana artık. Bilincin ‘özgürleşmesi’ farklı bir yol izlemek durumunda. Hele işin içine ‘kültür’ girdi mi işler iyice karışıyor.

İşin aslı rakamların konuştuğu bu çağda kaçamadığımız köşelerde tıkılıp kalmış bir halde değil miyiz hepimiz, tıpkı Jörgen Hofmeester gibi? Dolayısıyla aynada hepimiz mevcuduz -istesek de istemesek de. Hayatın tehdit edilmesi fikri arkaik bir korku olarak büyümeye devam ediyor çağdaş insanın yüreğinde; güveni arayış hissiyatı artıyor. Ancak, derler ya, güvenilen dağlara karlar yağmış bir kere.

Bu hayal kırıklığının yarattığı savrulmadan nasibini alan ve bir kitap editörü olan, kariyerini keşfetmediği yazarların oluşturduğu Jörgen Hofmeester, elli yaşına gelmiş, sürekli yaşlandığını terennüm eden kendi halinde bir insan olarak içimizdeki çıbanları patlatmaya hazır, bekliyor. Ve olaylar çorap söküğü gibi geliyor: Karısı tarafından terkedilmiş olan Jörgen’i işi de terkediyor sonuçta. Müdürünün konuşması ise çağımızın retoriği sayılabilecek bir söylev niteliğinde ve sanırım müdürün söyledikleri hepimize çok tanıdık geliyor:

Kitabın sadece kitapçı dükkanında satıldığı dönemler artık geride kaldı…. Asıl kültür, gerçek kültür, rakamların gücüdür Jörgen… Satış demografidir. Müşterilerimize demografik açıdan yaklaşacağız, onu araştıracağız, inceleyeceğiz ve ihtiyaca uygun hizmet vereceğiz. Halkla el ele ve herkese uygun şekilde… Kitle iletişimi için geçerli olan her şey yayınevleri için de geçerli… Müşteri ile yazarın birbirini tamamlamasına çalışalım. İnsanların fazla zamanı yok… Ne gazete, ne kitap ne de televizyon için. Bunu hesaba katmalıyız. Kitap okumak için zamanı olmayan insanlar için kitap hazırlamalıyız… Müşteri velinimetimizdir Jörgen… İşte böyle Jörgen bizleri bekleyen işlerin devrimden kalır tarafı yok. Her şeyi ve herkesi kapsayacak devrim… Şimdi masanı temizle ve kendini özgürlüğün içine bırak. Sen cesur bir neferdin. Şimdi bayrağı diğerleri devralıyor. Yeni silahlarla.

sf 148- 149

Kendi halinde gibi gözüken hayatların kırılganlığını, duvara toslamalarını, çılgınca savrulmalarını yer yer mizahi, yer yer ironik bir uslupla aktaran Grunberg gerçekten de başarılı bir yazar. Tirza’nın gülüşü gibi bir dili var: ‘Dostane ama sert, oyun gibi yine de gerçek, kibarca ama muzip’. Kanımızca yazarın en kaydadeğer başarısıysa, günümüz insanının kendi yıkımına asıl neden olanın tarihsel bugününe bakamayışındaki zaaf olduğunu çok net bir biçimde yakalamış olması.