Bizim Dansımız!

‘Eski de olacaksan talihin olacak, kadir kıymet bilene rastlayacaksın.’ Karin Karakaşlı, Asiye Kabahat’ten Şarkılar Dinlediniz
 
***
 
İKSV’nin (İstanbul Kültür Sanat Vakfı) ‘film şöleninin’ ardından yazıyorum bu satırları. O çarpıcı filmlerin arasından Le Bal, Balo’nun gösterimi, İtalyan yönetmen EttoreScola’ya zarif bir saygı duruşuydu. Yıllarca önce seyrettiğim filmi başka başka duygularla yeniden seyrettim.
 
1984 yılında Berlin Film Festivali’nde en iyi yönetmen, en iyi kurgu, en iyi müzik ödülünü kazanmış bu filmi, sadece İtalyan bir yönetmenin elinden Fransa’nın müzik ve dansla bizlere sunulan bir ara kesiti olarak değil, biraz da insanlık tarihinin cilveli sayfaları biçiminde ‘okudum’. İnsan ilişkilerinin zaman içerisinde değişen boyutu, yaşamın sayfalarca anlatılabilecek yanı, bazense tek bir satırda insanı tuş edişi… Hepsi mevcuttu.
 
30’lardan 80’lere
 
Film, insanları bahane ederek dönemlere, o dönemlerdeki siyasi görüşlere, toplumu kavuran akımlara dair tuhaf bir belge de; 1930’lardan 80’lere neyin ne kadar değiştiğini sanatın diliyle aktarıyor. Hemen her şey o salona giriyor. Faşizm, rock, modernizm… Geldikleri gibi gidiyorlar mı diye soracak olursanız; sanırım hepsinin hem salonda hem de insanlar üzerinde izleri  kalıyor. Ve önemli not: Balo, sessiz bir film. Daha doğrusu insanların sesi duyulmuyor; varsa yoksa müzik. Bu seyredişimde biraz rüyaları da anımsattı bana; rüyaların içerisindeki sorular, ünlemler, cümlesizlikleri.
 
Ve belki de sinema günleri olduğu için aklıma sıklıkla düşen Emek Sineması’nın ve o salonun öyküsünü, hızlı hızlı not aldım kafamın bir yerlerine. ‘Orada, 20. yüzyılın başlarında Beyaz Rusların buz pateni yaptıklarını unutma’ diyerek. Geçen yüzyılın başından bu yüzyılın başına değin, böyle bir salonda Türkiye’ye dair bir müzik ve dans öyküsü yazılsa nasıl olurdu diye düşünmeden de edemedim. Elbette şunu da sorarak: Böyle bir filmde (Emek) bizim öykülerimiz (yani insan öyküleri) neye denk düşerdi acaba? Sonu AVM ile biten bu öykü olsa olsa Ortadoğu kapitalizminin öyküsü olurdu herhalde. Ya da…
 
***
 
Necib Mahfuz’un ‘Kahire Modern’ini (KırmızıKedi Yayınevi, çev: Olcay Boynudelik)  okuyorum. Ve cevap kendiliğinden geliyor! 1988 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Mısırlı Mahfuz, bu kitabında, 1922 yılında İngilizlere karşı bağımsızlığını ilan eden Mısır’dan bir kesit anlatıyor. Yazar, ülke insanı bağımsızlık fikrine alışmaya çalışırken, Mısır’ı ve Ortadoğu’yu kıskacına almış soruları karakterlerine usul usul eklemiş. Yeni çelişkilere gebe bir toplumda Arap milliyetçiliğini din kıskacı altında çözmeye çalışan bir toplumun içinde bir grup üniversite öğrencisinin 1930’lu yıllardan başlayarak ilerideki savruk yıllara yayılan  öyküsünü anlatmış bize. Etrafta yükselen binalar, eskinin talan edilişi eşliğinde deformasyona uğrayan insanların öyküsü bu. Onurlarını yok pahasına satabilen insanların dramı.
 
Hayli bizim buralar… Bizim dansımız.