Çocukları kurtaramamak

Şırnak’ın Silopi ilçesinde zırhlı polis panzeri bir eve çarpar. Duvarı yıkar. Ve içeri girer. Yataklarında uyuyan 2 kardeş, orada biter.

2017 Mayıs’ı. Türkiye’de yaşadıklarımız.

Bir ikindi zamanı bir pastanede, kalabalığın tesadüfen bizi aynı masaya bıraktığı bir kadınla karşılıklı çay içiyoruz. Eskiden sosyal demokrasiye inandığını söyleyen kadının, yüzüme bakarken içtenlikle, ‘aaah, çok talihsiz günlerden geçiyoruz ama şükürler olsun ki güzel şeyler de oluyor’ cümlesine biraz yutkunarak da olsa şu cümleyi ekleyebiliyorum:
‘Haklısınız, bütün dünyada otoriter sağ popülizm tavan yapıyor. Bundan daha güzel ne olabilir.’
‘Ah vah etmeyelim’ diyor kadın. ‘İleriye bakalım. Gelecek güzel günlere.’
Geçmişe baktığım zaman gördüklerim, en azından yakın çevremden, kimi öğretmenlerimden gördüğüm ırkçılık karşıtı bir dünya özlemiydi demeye çalışıyorum. Bir asır uzakta gibi gözüken bu yaşam diskurunun kim bilir kaçıncı kez ayaklar altına alındığı bu son olay hayata olan bütün bağlarımı yeniden sorgulatıyor bana gibisinden cümleler kuruyorum.
Söylediklerim kadında, bu sene yaz nasıl da birdenbire geldi şeklinde bir tını yaratıyor. Sonra kendiyle çelişmeyi göze alarak ‘Bu şiddet her zaman vardı’ diyor kadın. İkimizi de rahatlatmak istercesine.
Kadının ‘geçmişte de çocuklar ölmüyor muydu’ sorusuna, ikimizin de çok fena yenildiğini, ikimiz de gayet iyi biliyoruz aslında. Bir ülkenin çocuklarının ölmesinin, açlıktan, yokluktan kıvranmasının bir ‘gelenek’ sayılamayacağını da. Bunun olsa olsa tek bir adının olduğunu da.
Dahası iktidarın her zaman iç ettiklerinin de bir gelenek olamayacağını. Nereden itibaren mi? Çok eskiden itibaren elbette. Şimdi sokak, hastane, üniversite binalarının  adlarını değiştirerek pek geleneksel, pek duygusal göründüğümüz günlerden geçerken kısacası; bunun ta oralardan beslendiğini. Adlarla ve lalelerle olacak iş değil, bunun farkındayız, evet. Masadaki komşumla biliyoruz, biliyoruz, ikimiz de. Sonra yapılacak en iyi şeyi yapıp, çaresizce havadan sudan konuşuyoruz. Ünlü astrolog demiş ki 2020’de Türkiye dünyanın en önde gelen ikinci ülkesi olacakmış, vb.
***
Tüm bunlardan azade, bu yeni dünyada ‘geleneği’ ayakta tutma şansımız var mı sorusu ise önemsediğim bir soru olmaya devam ediyor.
Hızla değişen yaşlı yeni dünyamızın gelenekselin hiçbir yanını özlemiyor oluşu ise en temel gerçeklerimizden biri. Dahası da var: Bu yeni dünya en ufak bir zayıflığı kabul etmiyor. Bir sürü şans varmış gibi gözükse de ancak ve ancak ‘hızla’ rekabet edebilenleri (örneğin twitter formu) kendi bağrında büyütmeye izin veriyor. O da çok kısa bir süreliğine. Eskimeye yüz tuttuğunuzda, kısacası ‘geleneksel’ gibi gözükmeye başladığınızda hemen sizi saf dışı bırakıyor. Eskiden ünlü müydünüz? Bittiniz. Bu da bir başka son demek oluyor. Şikayet etmeyeceksiniz, arzulu olacaksınız ve değişme potansiyelini hep görünür kılacaksınız… Artık ‘değişme potansiyelinden’ ne anlıyorsanız…
Bu arada çocuklar ölmüş… Kimin umurunda. Eskiden de böyleydi diye düşünenleri mi ararsınız, en özlü sözü twitter’da saçanları mı, diğerkâmlığı fırsatlarla dolu bir yaşamın sözcüsü olmak olarak sayanı mı, yarına hızla adapte olabileni mi…
O halde gelsin laleler, gitsin panzerler, yaşasın iki dakika sonra unutulacak özlü sözler, yaşasın usulsüzlük.