Demokrasi Günleri

‘Demokrasiden vazgeçmeyen herkese teşekkür ediyorum.’ 

Futbolcu Emre Belözoğlu’nun, Kısıklı demokrasi nöbetinde söylediklerinden. 
***
Fazla lafı dolaştırmadan hemen başlayayım.  
Bugünkü günlerimizi, yakın gelecekte bizi bekleyen çetrefil zamanı son derece önemli gözlemlerle açıklayan bir kitap okuyorum. Taha Parla’nın ‘Türkiye’de Anayasalar’ adlı kitabı, 1921-2016 yılları arasında ülke olarak anayasa önündeki zorlu sınavlarımızı anlatıyor.  
Metis Yayınları’ndan çıkan ve beşinci baskısını yapan kitap, son bölümünde, çok önemli bir sorunsalımızı, ‘Başkanlık’ sistemini tartışıyor.  
Aradan çekiliyorum ve kitapla sizi baş başa bırakıyorum: 
‘Mesele basit eşdeğerli seçenekler meselesi değil, toplum için yaşamsal uzantıları ve sonuçları olacak, şahısları da aşan büyük bir sınav meselesidir. Asıl tartışılması gereken parlamenter sistemin, partiler demokrasisinin, yasama üstünlüğünün, yargı bağımsızlığının, eğitimin, sağlığın vs. nasıl ıslah edileceği, müzminleşmekte ve vahimleşmekte olan yürütmenin üstünlüğünün nasıl frenleneceği, iç ve dış savaş ve şiddet eğilimlerinin nasıl önleneceğidir.’ 
Hemen not düşelim: Taha Parla, ‘yürütmenin üstünlüğü’nü, ‘monarşik ve monokratik tarihte kökleri olan, ABD başkanlık sistemiyle sözde demokratik bir kisveye bürünen, iki dünya savaşı arasında (ve kısmen de sonrasında) faşizme evrilen, başkanlık sistemlerine ve tek-adam diktatoryalarına yol veren genel bir kategori’ olarak açıklıyor.
Sonrasında ise buna soyunan dünyadaki ‘karizmatik liderlerin’ bir toplumdan nasıl çıktığına değiniyor. Ona göre bu tiplerin çoğu ‘toplumların kuruluş, çalkantı, bunalım, patoloji dönemlerinde ortaya çıkan, patolojik sosyal kitle psikolojisinde yankı ve karşılık bulan kişiler ve işin esası toplumun problemlerinin bir çözümü değil, parçası semptomu olan kişiler. Bu noktada Parla, Hitler’i, baba-oğul Bush’u, Blair’i, onlara göre daha az sorunlu bulduğu Kennedy ve Roosevelt’i mercek altına alıyor. Sonrasında ise Sarkozy ve Hollande’a da atıfta bulunuyor. Ve nicesine.
‘Bu liderlerin en tehlikelilerini ise geleneksel toplum ve otorite üzerine oturanlar’ biçiminde aktarıyor Parla. Ve bir parantez daha açıyor: 
‘Karizmatik yönetimlerinde tek şahıs her şeydir; toplumun diğer bireyleri değişen derecelerde değersiz sayılır.’
Şef ile kitle arasındaki ilişkinin sosyal ve bireysel psikolojik mekanizmasını ise şu şekilde aktarıyor: ‘Bir hiçtiniz, sizi ben bu hale getirdim, onun için bana biat edeceksiniz. Bu haliniz çok güzel, siz yüce bir milletsiniz ama bana borçlusunuz, o halde beni seveceksiniz ve bana sorgusuz sualsiz itaat edeceksiniz.’ Ve sonunda beklenilen gerçekleşiyor: ‘Artık bireylerde özsaygı kalmamıştır, birbirlerine saygı duymazlar, kurallar yoktur, şefin direktifleri vardır. Saygın olan yalnızca şeftir ve sonra da gözdeleri, avanesi, alt şefleri vs. gelir.’
Tüm bu olup bitenlerde yurttaşların değil, tarihçilerin, psikologların, psikiyatristlerin ve elbette siyasetçilerin görevlerini zamanında yapmadıkları için kabahatli olduklarını belirten Parla, tarihten sayısız örnek vererek, her şeye rağmen bizi net bir biçimde uyarıyor:
‘Tek-adam yönetimlerinin en yumuşağı bile, parlamenter sistemin eşdeğer bir alternatifi değil, onun antitezidir.’
‘Demokrasi’ günlerinden geçerken aklımızda olmasında fayda olan notlar. Son olarak kitaptan şunu da eklemeyi elzem buluyorum: ‘Parlamenter sistemin, yasamanın üstünlüğü ilkesi başkan şef sistemlerinin yürütmenin üstünlüğü yaklaşımından üstündür. Siyaset ve hukuk felsefesinin normu budur. Maksat demokrasi ise meclis üyeleri kadar tüm yurttaşların da özsaygısı ve vakarı bunu gerektirmektir. Güdümlü meclis ve güdümlü halk mı, onurlu ve saygın bir meclis ve halk mı?’
Bu kitabı edinip okuma fırsatınız olursa (lütfen olsun), Haldun Bayrı’nın çevirisiyle Medyascope’da yayımlanmış olan Alain Deneault’un söyleşini de okumanızı öneririm.
http://medyascope.tv/2016/06/19/alain-deneault-dunyayi-vasatlar-yonetiyor/