DEMON: Kötüyle Yüzleşmek

Demon şeytan demek.

Kötüyle yüzleşmek için en kötüyü bilmek gerekiyor. En kötüyü bilmekse, ‘daha kötüsü yok’ noktasında yaşamı yeniden inşa edebilmeye kapı aralayabilir.

Edebiyat, yaşam kadar olmasa da bu türden bir eşiğe bakabilmek için ilginç bir araç. Alman yazar Goethe’nin Faust’u ile İngiliz yazar Marlowe’un Faust’u (Doktor Faustus), yani şeytan ve insanın ezeli çekişmesini anlatan o büyük eserleri hatırlayalım. O iki cesur metinde önemli bir fark vardır: İlkinde insan kazanır, ikincisinde ise şeytan!

Marlowe’un şeytanının galibiyeti, insanın zaaflarına yenilmesinden doğan bir galibiyettir. İnsan, içindeki şeytana yenilmiştir. Goethe’nin Faust’u ise başta şeytana yenilse de sonradan insan olmanın erdemini hatırlar ve şeytanı alt eder. Başka bir deyişle içindeki şeytanın kendisini ele geçirmesine izin vermez. Erdemin erdem olabilmesi, iyiliğin iyilikle buluşabilmesi için kötülüğün sınavından geçilmesi gerektiğine inanmaktadır Goethe. Onun Faust’undaki insanın galibiyetini, insanın çağa vurduğu net damgasının bir özeti olarak da okuyabiliriz.

Goethe’nin Faust’unun yazıldığı dönemden, 19. yüzyıldan çok kısa bir süre sonra insan, içindeki şeytana defalarca yenilmeye devam etti. Almanya’dan, içindeki şeytanı yenemediği için şeytana dönüşen bir Hitler çıktı! Dahası Pandora’nın kutusu açıldı ve dünya şeytanın kölesi oldu. Bu edebiyatın yaşama teğet geçen yanı mıydı yoksa yaşamın baş döndüren ve her şeyi arkada bırakan hızı mı? Ama bir düşünelim: Hitler de nihayetinde yenildi! İnsanlık onu alt etmeyi başardı. Bir başka açıdan bakıldığında insanlığın şeytanı her defasında yendiğine tanık olmaktı bu. Sadece zaman ve kurgu biraz daha farklı akıyordu yaşamda!

Bir başka coğrafyada, zamanın ve kurgunun engebeli aktığı, yaşamın ölü kıyısında bir cezaevi vardı. Diyarbakır Askeri Cezaevi’ydi bu. 12 Eylül gibi bir karabelanın görkemini yansıtan mekanın ta kendisiydi. En kötüsüydü. Orada yaşananlar şeytanın galebe çaldığı anlardı.

1980-1984 yılları arasında Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlar için şeytanın yeryüzünde, Türkiye adlı bir ülkede husule gelmesi denebilirdi. Şimdi diyebilirsiniz ki başka yerlerde de işkenceler yapıldı. Evet yapıldı. Ancak Diyarbakır Askeri Cezaevi kötülüğün kalbinin attığı yerdi. İnsanlar, Kürt ve solcu oldukları için telef edildiler. Kötülüktü bu. Saf kötülük. Buna göz yumuldu, yokmuş gibi davranıldı, es geçildi. İşin aslı 12 Eylül’ün nabzı Diyarbakır Cezaevi’nde atıyordu. 20 yaş civarındaki insanlar her gün işkence gördüler. öldüler, sakat kaldılar, yok edildiler. Yüzlerce tanığın anlattıkları bunu kanıtlamaya yetiyor da artıyordu bile. 78 kuşağının silindiği yerdi Diyarbakır.

***

Teslim etmek gerekiyor ki 68 kuşağından daha farklı, daha derin acılar çeken bu kuşağın gördüğü bu şeytani muamelenin bir daha yaşanmaması için kötülüğün karanlık yüzüyle esaslı bir biçimde yüzleşmek gerekiyor. Şimdi orada neler olup bittiğini bilme zamanı. En kötüyü, 12 Eylül zulmünü anlama zamanı. Ki bir daha bunlar yaşanmasın.

Bu konudaki gerçekleşen sempozyum ve ardından oluşturulan raporda ortaya çıkan sonuçlar kısaca şöyle: Bu hususta resmi bir hakikat komisyonunun kurulması, Meclis araştırması yapılması, bulguların yaygın olarak toplumsallaştırılması, faillerin fiili dokunulmazlığının kaldırılması, mağdurlara fiziksel ve ruhsal rehabilitasyon uygulanması ve destek verilmesi, tazminat ödenmesi, aynı mekanda insan hakları ve hafıza müzesinin kurulması ve en önemlisi, bugün Türkiye’nin en hayati siyasi sorunu olan Türk-Kürt meselesinin adalet, eşitlik ve demokrasi temelinde çözüme ulaşması. Bu anlamda verilecek sanatsal ürünlerin desteklenmesi de raporda belirtilen maddeler arasında.

Düşünüyorum da Diyarbakır 5 No’lu Askeri Cezaevi’ndeki gerçek Mefistofales (şeytan) kimdi acaba? Onu bugün hukukla, demokrasiyle yenmek demek hakikatin kazanması demek. İyiliğin kazanması, insanın, Faust’un kazanması demek! Ki bir daha bu ülkede gençler her ne olursa olsun işkence görmesin, ülke işkence ruhuna teslim olmasın. İnsanlar sırf Kürt ve solcu oldukları için kurda kuşa yem olmasınlar -artık!