Dertli ve buzlu

‘Kelimenin gerçek anlamında bir şeyi disiplin altına sokmak, onu baskı altında tutmak değil, eğitmek, gelişmesi, harekete geçmesi, verimli olması için teşvik etmek demektir-bu şey ister şeftali ağacı olsun, ister insan zihni. ’

Ursula K. Le Guin
Dertliydi. ‘Anlat’ dedim. Bir yandan da buz torbasına sarılı ayak bileğine kaçamak kaçamak bakıp duruyordum.
Türkiye’nin milyon dolar bazındaki hırsızlığa nasıl bulaştığı (edebikelâm haliyle söyleyecek olursak nasıl bulaştırıldığının iddia edildiği!) günlerden geçiyorduk. Zaten depresyonu tavan yapmış bir toplumun artık plastik hunilerden medet umamayacağı bir dönemeçteydik. Plastik hunilere karşı olduğumuzdan değil. İşin rayından çıktığına ve başka bir sayfanın açılamasına inanmak istediğimiz için olabilirdi bu.
‘Neyse ya’ dedi. ‘Neyse. ’
Başladı anlatmaya. Kesik kesik. O gün tramvaya binmişti. Tıka basa dolu tramvayda (arzu tramvayının emekli hali deyip göz kırpmıştı burada bana) kıpırdayamaz bir halde arkaya sıkışmış kalmıştı. İneceği durağı dört gözle beklerken kafasından plastik hunileri falan geçirmemeye çalışıyor, kadına yönelik artan şiddetin boyutlarını düşünmemeyi umuyordu. Hayat bir kurmaca olabilseydi diye aklından geçirdiğini itiraf ederken kaosun edebiyatta yer almadığını, en büyük çelişkinin yaşananlarda olduğunu bir kez daha teslim ettiğini mırıldanıyordu karşımda. Düşlere sığınmanın faydası yoktu. Her şey çok sertti. 21. yüzyıl bütün itirafçılarına ve gizli belgelerin kamuoyuna sunulmasına haiz bir yüzyıl olmasına rağmen çok yavan bir yüzyıl olacağa benziyordu. Kıt kanaat bir hayal gücü kalmıştı geriye. Sorun da buydu zaten.
Öyle bir haldeyken tramvay durmuş, yol boyunca tuzu kuru kadınların tuzu kuru konuşmalarının meskeni olmaktan yorulmuştu. İnmesi gerekiyordu. Ancak uzayda kapladığı yer düşünüldüğünde burada da, tramvayın içinde büründüğü haliyle kapladığı nokta da küçücüktü. Yine de inmesi gerekiyordu işte! ‘Ya bi bana izin verebilir misiniz?’ dedi tuzu kuru yolcu kadınlardan birine. Yolcu kadının sorulu cevabı ne küstah ne bilmiş ne farkında ne şu ne buydu. Boş bir şeydi, bomboş. ‘Öteki kapıdan inseniz ne olur!’ Gerçekten öteki arka kapı da açılmıştı ama sonuçta yolcu kadının sadece nefesini içinde tutmasıyla geçebileceği bir koridora ihtiyacı vardı arkadaşımın. ‘Ya ne fark eder, altı üstü iki adımda ineceğim siz biraz kıpırdasanız ne olur!’ diye diretti. Sonra yolcu kadının ve yanındaki arkadaşlarının homurtusunu duydu. Bu homurtuyu çok net tanıyordu aslında. Şu ‘her şeyin başı eğitim’ diyen, ülkeyi geri kalmış triplerinden her daim kurtarmaya hazır, el belde kadın tipiydi bu. Muhtemelen aynı partiye oy verdikleri, verecekleri o kadınlardan. Kadına şiddeti protesto edecekleri o kadınlardan. Hay Allah ya! Bu yüzden olsa gerek, tramvaydan inerken son basamağı es geçti ayağı ve kader- evet kader!- ayak bileğinin burkulmasına engel olamadı. Can havliyle kendini toparlamaya çalışırken yolcu kadının arkadaşlarından birinin zamanla tüm parazit sesler gibi uzaya karışacak olsa da o anda kafasında çok net sabitlenecek sesini duydu: ‘Oh olsun! Bak ayağını burktun işte. Ohhh. ’
Ayağındaki buz torbasına baktım.
‘Gül’ dedi ‘Gül. Tutma kendini gül! ’
Gülmekten çok ağlamak istiyordum aslında. Nicedir içinde bulunduğumuz nice hal gibi! Ama yine de gülümsemeyi tercih ettim. Bunun nedeni bugünkü yazı olsa gerek!
Arkadaşımın son cümlesini ise yazımın finali yapmak istedim. ‘Ohh olsun’ lafını duyduktan sonra arkadaşım tramvaya geri dönmüş ve yolcu kadın ekibine bakıp içlenerek şöyle demiş: ‘Başkalarını suçlayacağımıza ilk önce kendi aramızda anlaşabileceğimiz ortak bir dilimiz olsaydı bugün bu yaşananların hiçbiri olmazdı.’
***
Sahi o ortak dili bulamayışımızın nedeni, en ufak bir çıkar çatışmasında kendimizden başka herkesi düşman saymamızın gerekçeleri sizce nelerdir?