‘Devrimleri Yazmak’

Metis Yayınevi’nden güzel bir kitap ulaştı elime. ‘Devrimleri Yazmak’, Arap isyanının içinden geçen seslerin öykülerini içeriyor. Kimi gazeteci, kimi öğrenci… Devrime yaşamın içinden bakan insanların öyküleri bunlar. Etkileyici olmalarının en temel nedeni de bu galiba. Tunus’tan başlayıp içine Libya’yı, Cezayir’i, Mısır’ı, Yemen’i katıp, Suriye’ye kadar ulaşan içten, anlamlı öyküler. Bu öykülerin toplanmasında ve kitabın yayımlanmasında üç kişinin adı geçiyor: Layla Al-Zubaidi, Matthew Cassel ve Nemonie Craven Roderick. “Biz (bu kitabı) yayıma hazırlayanlar, Arap Baharı’nın anlatısını sahiplerine geri vermeyi amaçladık; bu insanlar olmasaydı, anlatacak bir öykü de olmayacaktı” diyorlar. Bu arada kitabı dilimize Nesrin Demiryontan aktarmış. Herkesin eline sağlık.

Aktivizm mi yazmak mı?

Kitabın Suriyeli yazar ve gazeteci Samar Yazbek’e ait sunuş bölümünde ise önemli hususlar mevcut: Devrim hakkında yazmanın ahlaki bir ikileme yol açtığını söylüyor Yazbek. Aktivizm ve susmak mı, yoksa bir adım geri çekilerek yazmak mı tercih edilmelidir diye soruyor bizlere ve yazmanın devrime bir katkısı olup olamayacağını tartışıyor. Hatta dahasını da söylüyor: Devrim üzerine en büyük yapıtların çoğunun, hiçbir zaman olayların merkezinde bulunmamış, kenarda durmuş ya da gelişmeleri uzaktan izlemiş yazarlar tarafından yazıldığını.

Hiç kuşku yok ki elimizdeki kitap, yazının, yazma eyleminin ve sözcüklerin ‘bir direnişi’ aktarma konusunda önemli ipuçları taşıdığının da kanıtı. Bireysel deneyimlerle nesnel deneyimler arasında gidip gelen bu öyküler, kimi kez devrimleri bizzat içeriden yaşamış, kimi kez de çeperde durmayı tercih eden yazarlar tarafından kaleme alınmış. Yaşam tanıklıkları diyebileceğimiz bu anlatılar, içlerinde taşıdıkları korku ve geleceğe duyulan özlemlerle benzerlik gösterseler de üsluplar açısından birbirlerinden çok farklılar. Örneğin Bahreynli Ali Aldairy öfke dolu bir öyküyü bizlerle paylaşıyor. Buna karşın Suudi Arabistan’dan Safa Al Ahmad’ın yazdıklarında edebi bir dilin eşliğinde küçük de olsa şiirsel bir umuda teğellenebiliyoruz. Bu da herkesin direniş esnasında aynı yerde, aynı dille durmadığı, durmasının gerekmediği, dönüşüme ve değişime inanmanın önemli olduğu fikrinde buluşturuyor bizleri.

Bekleyen Kent Kahire

Kitapta beni en çok etkileyen öykülerden biri Mısırlı Yasmine El Rashidi’nin öyküsü oldu. Onun “Bekleyen Kent Kahire”sini okurken hem bir gerçeğin hem de bir düşün içerisinde ilerledim. Özellikle “ama ölmeye karar verenler bile, bazen yaşamın kendisi tarafından kandırılır” cümlesi karşısında bir müddet sessiz kaldığımı itiraf etmeliyim. Yasmine, yani Yasemin burada Kahire’yi referans veriyordu. Ve Kahire, sonuçta yaşama ‘kanıp’ ölmekten vazgeçmişti. Kahire olarak yaşamın kendisi olması ise zaman alacaktı… Düşündüm: Bir kentin kendisi olması ne demektir? Aklıma kadını, erkeği, hayvanı, bitkisiyle hemen her şeyin ve herkesin yan yana durabildiği özgür bir kent geldi.

Gerçekten de Samar Yazbek’in sunuş bölümünde belirttiği gibi iş ‘diktatörün gitmesiyle’ sonlanmayacaktı, sonlanmadı. Üstelik ‘kadınlar için her şey bir o kadar daha zor olacak’ diyordu Yazbek. Ona göre kadınlar diktatörlerle savaşmak zorunda kaldılar ve şimdi de bölgedeki ölü doğmuş laiklik yanlısı hareketlere tepki olarak ortaya çıkan radikal İslamcılıkla savaşmaları gerekiyor. Bu da direnmenin bir devamlılık olduğunu anlatıyor bize.