30/07/2017
Ersin… Adı buydu. Hepi topu iki yaş büyüktü benden. Gelin görün ki afrası tafrasıyla amcam gibi takılırdı. Çok ciddiydi ve havadan nem kapardı. Bildiğiniz kıldı işte, kıl! Bana kalsa, Ersin tokadımı yersin diye pek dalga geçilesi bir oğlandı…
‘Bu buz gibi esprilerini yazın yap anam yazın!’ derdi bilmiş bilmiş. Kızlar bunun hangi huyuna düşkündü, anlamak kabil değil.
O zamanlar bir tarih atlası vardı Ersin’in, bir de, bir de ötekisi. İki kitaba da ayrı bir düşkünlüğü vardı. Eee, Ersin’di bu canım. Zaman zaman tarih atlasındaki göç yollarına takardı kafayı, her göçün ardından kurulan uygarlıklara, onların bir sonraki sayfadaki varlıklarına, sonra yeni göç yollarına, o göç yollarından sonra kurulan yeni bir devlete, uygarlığa, esasa. Sonra esas gibi görünenin bir sonraki sayfada, yerini, başka bir esasa, başka bir uygarlığa, göçe, geriliğe, savaşa bırakmasına. Bazen coşar, hatta freni patlar ve tutarrr, en anlatılmayacak insana, bana, tüm bunları uzun uzun anlatırdı. Seans başına iki-üç Çokoprens karşılığında elbette!
Tarih atlası, bu minvalde, Ersin’in atıp tutmaları, benimse şişko ellerimin arasında eriyen ‘Çokoprens’lerimle devam ederken, öteki kitap büyük bir serinkanlılıkla seyrederdi hepimizi. ‘Benim esasım daha başka’ dercesine. Bir orman kitabıydı o. O zamanlar ‘orman ne güzel ah ne güzel’ şarkıları olurdu TRT’de. Cinler toz alır mı tarzındaki ‘çok elzem’ soruların ‘bilimsel’ cevaplarının aranmadığı günlerde. Ersin’le avazımız çıktığı kadar söylerdik orman şarkısını ve yarış devam ederdi. Kim daha yüksek sesle söyleyecek bakalım? Nesine? Gofretine? Tarçın sakızına? Zagor olmaya? Çiko kalmaya?
Manevi duyguları yüksek bir insandı Ersin; yanlış anlaşılmasın. Örneğin benim bir cadı olduğumdan neredeyse emindi!
Öte yandan orman perileri, farklılık arz ederek, ikimizin de ilgisini çekerdi! Onların, bizi erozyon ve selden koruduğu hissiyatına, ‘peki bu türden bir felaketi önlemek için ben bir insan olarak neler yapabilirim?’ sorularının eklendiği romantik günlerdi. Bir fidan dikmek cevap olabilirdi. Bir orman kurmak da. Ve ağaç kesmemek, doğanın dengesini bozmamak da.
Bugünkü ağaç sevgimi borçlu olduğum o kitabı, evet itiraf etmeliyim ki Ersin sayesinde sevdim… Hatta Ersin sayesinde, durduk yere bir ağacı kucaklamayı, onunla konuşmayı, ona hal hatır sormayı da.
İstanbul’daki son kasırga esnasında olmasa da hemen sonrasında, yıllarca zihnimde yer bulamayan bu iki kitabı, birden hatırlayıverdim. İki kitabın birbirini tamamlayış biçimlerini de.
Şimdi ‘anladık anladık tamam, geç orayı’ diyecek ve çok lazımmış gibi şunu soracaksınız: ‘Söyle bakalım Ersin gerçek miydi değil miydi?’
Allah sizin iyiliğinizi versin! Bu mu yani?
Yerim kısıtlı olduğu için hemen söyleyeyim:
Yaşadığımız son felaket ve olaydan 1-2 saat sonra taksi şoförlerinin diline pelesenk ettikleri ‘sizi almayacağım sadece kendimi kurtarmaya bakıyorum’ cümlesi ne kadar gerçekse, Ersin de o kadar gerçekti.
Bugün bu ülkede olamaz dediğimiz her şey olabiliyorsa, evet Ersin, o da o kadar gerçek-ti.
Zaten haksız yere içeriye attığınız, iddianame bile bulamadığınız insanlar hakkında, savunmalarından ötürü suç duyurusunda bulunmak ne kadar gerçekse, Ersin de o kadar GERÇEKTİ.
Bugün bu insanlara, bu insanların çocuklarına ve sevdiklerine, bu ülkenin geleceğine reva görülen ne kadar gerçeküstüyse, Ersin de o kadar, Ersin de.