Eski arkadaşlar ve zaman

 

ESKİ ARKADAŞLAR VE ZAMAN

 

 

 

üçü beş geçiyor. Şimdi. Güzelim Baylan’ın bir köşesine oturtulan sentetik kayadan ışıltılı sular deveran edip duruyor. Yüksek sesle konuşmamıza rağmen bu sentetik sular sesimizi alıp yaz bahçesinin içinde boğuklaştırıyor. Her tarafta oynaşan güneşin parlaklığı var. Belli ki ses, ışıktan daha geç hayata karışıyor.

 

“Zaman gerçekten bu mudur?” diye soruyorum arkadaşımın gözlerinin içine bakarak. Kimbilir geçmişte kaç tane “üçü beş geçti” devirmişiz onunla. Hangisini ve nasıl hatırlıyoruz peki? Yoksa sadece o anda mıyız?

 

“Zamanı ölçebileceğimiz tek araç saatler midir?” sorusu hemen ardından geliyor. Yine basit bir soru gibi görünüyor. Evet, doğrusal zamanı ölçebileceğimiz tek araç 21. yüzyılın gerçeğiyle bakacak olursak saatlerdir. Şimdiki modern zamanı ölçmek istiyorsak! üçü beş geçer. Kol, duvar saatleri, doğrusal zaman fikrine inanmak, standartlaşmış ortak zamanı kutsamak…

 

 

Peki geçmişe nasıl bakılır? Geçmişe bakabilmek insanı özgür kılar mı? Faydacılık terimleriyle, hayır… Bakma yöntemine bağlıdır her şey. Bu yöntemi seçemezsek şimdiki zamanın Rolexlerinde, Seikolarında  hapsolup kaldığımız standart şimdiki zaman gibi geçmiş zamanda da tıkılı kalırız. Ama hatırlatmakta yarar var: Tıkılıp kalan biz değilizdir aslında. Gerçeğin kendisidir.

Geçmişte bir zamanda üçü beş geçer… Bir Nazi subayı şalteri indirir, biri tabancayı çeker, ikisini kafasına biri boynuna attığı kurşunlarla Hrant Dink’i söndürür, Baran Tursun’un hayatı bitirilir, Mardin Bilge köyünde silahlar namlularına doldurulmaya başlar,.. Gerçeği değil de bulmak istediğimizi arıyorsak ilk şunu bulabiliriz: O geçmişte herkes kendine düşen görevi yapmaktadır!

Daha insancıl bir açıdan bakıldığında ise her şey arapsaçıdır. örneğin Bilge köyünde yaşananlar için ezberden üretilebilecek en az on “kendi halinde ” gibi görünen cümle mevcuttur. Oysa şunu biliyoruz artık: Tarihin genelgeçer hallerini aşamazsak verilecek cevaplarımız çok sınırlıdır. Bırakınız bir eli yağda bir eli balda hallerimizi, kendimizi başkasının yerine koyarak verilecek cevaplar bile sağlıklı cevaplar değildir. çünkü bu yöntemde insanın kendisini tarihin kazançlılarının yanına koyması diye bir gaflet her zaman mevcuttur. Tuhaf gelebilir ama insanın doğasında vardır bu hal: Geçmişi kazananların üzerinden hatırlamak!

 

Walter Benjamin “tarihin tüylerini tersine fırçalamayı, kendisi için görev sayan” tarihçilerden bahseder bize. Kısaca şöyle der: “Tarihin görünürde dümdüz yüzeyi altındaki yaraları , gizli yara izlerini görebilmek için çok daha büyük bir dikkatle ve derinlikle geriye bakmak gerekir.”

 

Sonra ben de arkadaşıma baktım. üçü beş geçmişti. 1982 yılıydı. Hemen hemen aynı köşede, yine Baylan’daydık. Dersliklerimizin önündeki dipçikli jandarmaların hayatlarımızı ne kadar kısıtladığını, nasıl bir korku toplumuna dönüştüğümüzü  konuşuyorduk.

çok değil yirmi yıl kadar sonra o sıkıntılı dönemi birlikte yaşadığımız birçok arkadaşımız ulusalcı ve milliyetçi kimlikleriyle darbe ister ve bununla övünür hale gelecekti. Belli ki hatırlamak unutmaktan daha geç hayata karışmıştı.

 

Şurası açık: Şimdiki zamana koşulsuz bir netlikle bakabilecek zinde hafızaları ve uzak-yakın geçmişimizi gözler önüne serecek araştırmacıları eski bir dostu özler gibi özlüyoruz. Geçmişteki faşizan uygulamaların şimdiki zamanımıza nasıl hükmettiğini koşulsuzca görebilmek, hatırlayabilmek ve devam edebilmek için.