Eski-meyen kent

Yaşamın bir paranteziydi Paris. İki gün boyunca kentin merkezinde, yaşama karışmış tarihi binalara bakarken eski-meyen bir kent bir insanla nasıl konuşur, onu düşündüm. Bunu düşünürken elbette aklımda kendi kentim, İstanbul vardı. Bir kenti, bir insana taşıyamayan engelleri aklımdan geçirdim. özellikle son zamanlarda tarihi yarımadaya düşen gökdelen silüetlerini, o silüetlerin tarihi gölgelemesi kadar, bir kentin insanla iletişime geçmesine engel olan o dört köşe zihniyeti: Para, sermaye, kâr, vahşi kapitalizm.

Oysa bir kenti bunlar anlatamaz! Yaşamın kitabında pek mümkün değildir bu. Anlatmaya çalıştığında ise şimdi olduğu gibi dili tutulup kalır herhalde!

İstanbul, nicedir ortalıkta mantar gibi biten soysuz gökdelenlerle ölüp gitmeye yüz tutmuş bir kent, resmen bir akıl tutulmasına maruz bırakılıyor. Belki bu yüzden, nicedir, onun insanlarla konuşmadığını, küs olduğunu düşünüyorum.

En son Zeytinburnu’ndaki göğü delen üç yapının bir İstanbullu için ne anlama gelebileceğini hiç düşünür mü, o yapıları oraya konduranlar? Bir kentin yaşayanıyla soluk alıp verebileceğini, kentin ona yol gösteren bir akıl hocası olabileceğini? Bir kentlinin öfkesinden, kederinden kudurmuşken o kentin eski, taş duvarlarına dokunarak onunla konuşabileceğini, sakinleşebileceğini, dahası kendine çeki düzen verebileceğini?

Bir kent insanla konuşur mu? Evet.

İnsana girdapların arasında nasıl tutunabileceğini, bazen koyvermesi gerektiğini, yaşamın kadrini bilmesini, her şeyin gelip geçici ama aynı zamanda da birçok şeyin kalıcı olduğunu anlatabilir. Eskinin, yenideki hükmü buradadır. İnsana yaşamdan ders çıkarabilmesini koşulsuzca sunabilmesinde.

Bir kent anlatabilir.

Evler anlatır, köşkler, çeşmeler, sütunlar. Onları duyabilecek ruh olgunluğuna erişebilmiş bir mimari gelenek oluşturulabilirse elbette. Kısacası insanı insana taşıyacak bir siyaset takip edilebilirse. çağ ile barışmak fikrinin kentin altından girip üstünden çıkma budalalığı, bencilliği ve sıradanlığı olmadığı anlaşılabilirse…

Kent, insan demektir.

Paris’e bakıyorum. Aklımda yazar Baudelaire’in kasvetli Paris’i de var elbette. çizer SempÈ’nin modernizme kuşbakışı baktığı ve altından her koşulda insanı çıkardığı desenleriyle yaşadığı, yaşattığı Paris’i de. Ve insanlar. Bilerek oluşturulmuş o geleneğin karşısında kendi geleneklerini yaratmanın halvetindeki insanlar.

Bir kentin dünyada olup bitenlere kulaklarını tıkayarak soluk alıp vermesi mümkün değil elbette. Zaten böylesi çok can sıkıcı ve hiyerarşik olurdu. Paris bu anlamda kibri yüksek bir kent de. Ancak iş bir gelenek yaratmaksa dünyada bunu pek az başaran kentlerden biri olması itibariyle, yine orada ve insana şapka çıkartıyor. Kentin mimari dokuya sahip çıkması, yeninin içersinde eskiyi muhafaza etmeyi ‘gelenekselleştirmesi’ ve bunun yaşayanına aksetmesi karşılıklı bir yaşantıyı olabildiğince mümkün kılıyor. ‘Olabildiğince’ diyorum çünkü araya Sarkozy’nin ırkçı göçmen politikalarının karıştığının farkındayım. Köprülerin üzerindeki ilkokul çocuklarını görüyorum sonra. Rengarenkler. Her ırktan… Paris’i bilmem ama Seine’in üzerindeki kadim köprüler melezlikten, coşkulu çocuk çığlıklarından, gençlikten, değişmekten, farklı olandan korkmuyor.

Kent, yeni şehir demektir.

Aklımda İstanbul. İş bir kentin yaratılan suni bir enkazla kendini boğması noktasına gelmesiyse, dahası buna göz yumulmasıysa, icraatın çok başarılı olduğu ortada! Oysa sevgilinle buluşmaya çıkar gibi kentinle buluşmaya gitmene izin yoksa, ne sen onunla, ne de o seninle eskiyemiyorsa, o zaman kentli olmanın ne anlamı var?

***

İstanbul Sahipsiz Değil Platformu’nun (www.istanbulsahipsizdegil.org) hazırladığı şu kısacık filmi izlemenizi isterim. üzerimize neyin çöktüğünü ve ne tür bir enkazın altında kalmakta olduğumuzu görmenize yardımcı olması için: http://www.youtube.com/watch?v=vshKHP__S_8