Eskimeyen

Robert Frost’un bir şiiri vardır: ‘Gidilmeyen Yol.’ Bu şiirde, ormanda karşısına çıkan iki yoldan bahseder bize Frost. Son dizeler ise kimileri için çok vurucudur.

‘Ormanda yol ikiye ayrıldı
Ve ben daha az yürünenine saptım
Ve bütün olanlar da bu yüzden oldu.’
Bu noktada hayata ‘farklı’ patinajlar çekerek katıldığınızı düşünüyorsanız hemen bu dizelerden yana olur ve kendi seçiminizi insanlara dillendirirsiniz. ‘Bakın’ dersiniz, ‘bu dizeler benim seçimimi anlatıyor işte!’
Oysa şiirin bütünü, Frost’un karşısına hayatta dikilen iki bilinmez yol olarak çıktığında, her iki yolun da gidilebilecek olduğu noktasındadır. En azından Frost, bunu gizliden gizliye ele verir.
Yani şu:
Geleneksel yolu takip edip etmediğiniz önemli değildir! Hangi yolun seçilmesi konusundaki ortak kararsızlıktır aslında şiirdeki ana izlek. İnsana dair bir tereddütten bahsetmektedir bizlere. Yaşamın neredeyse kanırtarak (kafamızı kuma soksak bile, kanırtarak) bize hatırlattığı da biraz budur. Ancak bunu hemen değil, ilerki yaşlarda, sakin sakin yaşama baktığımız zaman keşfederiz.
Uzun yıllar şiiri bu çerçeveden okumadım, ne yalan söyleyeyim! Hep son dizelerdi beni çeken ve büyüleyen. Neredeyse Frost’u atlayarak, Frost’a rağmen ezberlediğim bu şiir, gerçekte sonuca değil başlangıca odaklanıyordu! Üstelik hemen hepimizde mevcut olan ufak tefek aksaklıklara, savrulmalara kısacası çok insana özgü olan duygulara hitap ederek yapıyordu bunu.
Başlangıçlar
Bu noktadaki başlangıç fikri ise bize hatırlatsa hatırlatsa hepimizin aynı gemide olduğunu hatırlatabilirdi. Tıpkı Stefan Zweig’ın Babil Kulesi adlı denemesinde bize anlattığı gibi bir dünyayı. İnsanların birbirlerini hatırladıklarında, birbirlerini önemsediklerinde aslında aynı hamurdan olduklarını keşfetmesi gerçeğiydi bu. İnsanların, insanlığın en görkemli eseri Babil Kulesi’ni hemen her seferinde inşa ederken yaşadıkları ortaklık, sınır tanımazlık, kardeşlik, dostluk, huzur ve elbette barıştı…
Öte yandan insanların içine salınan öfke, bencillik, kavga ve şiddetin, dünya üzerindeki Babil Kulesi’ni hemen her seferinde yıkıma uğrattığını düşünüyordu Zweig. Ta gökyüzüne çıkmak, neredeyse Tanrı katına ulaşmak dururken diyordu, neden bu savaşlar, neden bu acımazlık? Ne kadar farklı olursak olalım hepimizin ortak paydasına ve sağduyusuna işaret ediyordu. Bu insanlığın, isterse, dünyaya dünya katacağını düşünüyor, eski kader  ortaklarının birbirine düşmesini üzüntüyle karşılıyordu.
Ama umutsuz değildi. Kendi gibi düşünenlerin farkındaydı:
‘Belki birbirimizi görmeden, birbirimizi duymadan yıllarca çalışıp duracağız. Fakat yine de her insan kendi görevini yerine getirirse, eskisi gibi tutku dolu çalışmasını sürdürürse kule yükselmesini sürdürecek ve toplumlar günün birinde doruğunda buluşacaklar, yine bir araya gelecekler.’
***
Kırk yıllık arkadaşımız Serhat Timurçin’i zamansız kaybetmenin üzüntüsü içerisindeyim.  Serhat muzipliği, duygusallığı ve zekasıyla bu dünyanın sofrasını bereketle donatan o iyi insanlardandı.