Eti senin kemiği benim!

(Ben gencin itaatkârını severim. İmza: Oz Büyücüsü)

Laf olsun diye söylemiyorum. Ancak Oz Büyücüsü kılığına girmiş tuhaf yaratıklar söylese masal gereği bir anlamı olacak bu cümleyi son günlerde koca koca üniversitelere dekan, rektör olmuş insanlar ‘bak gelmeyeyim oraya!’ tavırlarıyla öğrencilere söyler hale geldi. Pes. İnanılacak gibi değil. Olay beynin beyinle buluştuğu (en azından benim demokratik Türkiye hayalim bu yönde) yaşamına şekil verme iradesini elinde tutmaya niyetlenmiş öğrencilerin bulundukları bir yerde, 21. yüzyılın Türkiyesi’nde, üniversitelerde cereyan ediyor! Bu yüzden tanık olduklarımıza gerçek süsü verilmiş bir kâbus ya da sonu er ya da geç mutlulukla bitecek bir macera gibi bakmak istiyorum. Ama bu pek kolay olacağa benzemiyor.

Son günlerde tanık olduklarımız ülkemiz için gerçekten üzüntü verici bir tablo sergiliyor. Hatırlatmak boynumuzun borcu olsun: üniversite kim ne derse desin torna tezgâhı değildir. Torna tezgâhının başında olanları küçümsediğimden değil. Ancak üniversitelerin başındaki ekipler karşılarındakini birey olarak değil birer kul (yoksa köle mi demeliyim) olarak görmeye devam ettikleri sürece hep birlikte ağaca çıkmaya devam edeceğiz!

İş insan beyniyse, tornadan farklı bir işlevsellikle buluşmak durumundadır üniversite kurumu öğrencinin beyniyle. üstelik her öğrenci farklıdır, her hoca gibi. Bir toplumu meydana getiren her birey gibi. Ancak anlayabildiğim kadarıyla bu fikir kimilerinin hoşuna gitmiyor! Onlar öğrenci yerine karşılarında dut yemiş sevimli bülbüller, geleceğin teminatı olacak ‘salla başını al maaşını’ tipler, korkuyla sindirilebilecek renksiz zihinler, gölgesinden ürken ve zamanla iktidara tapma eğilimi gösterecek maskeler, matruşkalar, kuklalar görme hevesinde.

Gerekçe de muhtemelen şu fikir üzerinde çuvallıyor: ‘Bu gençler eleştirinin ne olduğunu bilmiyor!’

Sayın hocalar! Bu gençler eleştirinin ne olup ne olmadığını, deneme yanılma yoluyla bulmak için oradalar! Korkuyu yenebilmek, özgüvenlerini kazanabilmek, ifade özgürlüğünün ne olduğunu keşfedebilmek için üniversitedeler. üniversite gençlere sadece bilgi depolamak için değil, onlara bu bilgiyi bilgelik noktasında yaşama nasıl eklemleyebileceklerinin yollarını göstermek için de vardır. Belki de en çok bu ikinci husus için vardır üniversite. Her ne kadar YöK dediğimiz o tuhaf kurum bu çok ama çok önemli hususu yıllardır yıkmak için elinden geleni yapmış olsa da bu gerçek dünyanın saygın üniversitelerinde hâlâ etkisini ve geçerliliğini sürdürmektedir.

üniversite bir not çizelgesinden oluşmuş soyut bir amblem, dört beş yıl sonra insanın eline diploma diye tutuşturulan bir kağıt parçasına sığdırılan bir özet değil, öğrencinin yaşamı deneyimlediği bir yer olmak durumundadır. Düşünmeyi, tartışmayı, soru sormayı, analiz edebilmeyi keşfedebildiği bir yer.

Elbette bu hususları istiyor, önemsiyorsak!

Amaç tek tip kafa yetiştirmekse gençler boş yere zamanlarını, enerjilerini harcamasınlar. Sistemin işleyişi zaten bu yönde. Kalkıp öğrencilere sürekli ‘cısss’ diyen bir tavır günü kurtarır kurtarmasına ama bilinen bir gerçek vardır ki vicdanları üşütmeye yeter de artar bile: Eğitimde iş, günü kurtarmakla bitmez.