15/10/2017
Kapıdan geçemiyorum. Yeni güvenlik önlemleri dolayısıyla eskiden beri bildiğim bir binada resmen yabancı maddeyim. İlerdeki güvenlik görevlisine çaresizce ellerimi açıyorum. Dışardan bakan dua ettiğimi bile düşünebilir o ellerle.
***
Oscar Wilde’ın Genç Kral öyküsünde kralın taç giyme elbisesini işleyen terzi, Jack London’ın geçen yüzyılın başında yazdığı Demir Ökçe’sindeki sistemi eleştirircesine ellerini açıp isyan eder.
Der ki: ‘Savaşta güçlüler güçsüzleri köle yapar. Yaşayabilmek için çalışmak zorundayız ama bize o kadar düşük ücret ödüyorlar ki ölüyoruz. Bütün gün onlar için çalışıyoruz, onlarsa kasalarını altınla dolduruyorlar, oysa bizim çocuklarımız zamanından önce solup gidiyorlar, sevdiklerimizin yüzleri sertleşip çirkinleşiyor. Üzümleri biz eziyoruz, şarabı başkası içiyor. Darıyı biz ekiyoruz, ama bomboş olan bizim soframız. Kimsenin görmediği zincirlerle bağlıyız; herkes bize özgür dese de bizler birer köleyiz.’
O zaman Genç Kral şaşkın şaşkın ‘Herkes böyle mi?’ diye sorar derin bir uykunun içerisinde gezinirken. Hemen hemen bütün genç krallarda böylesi bir şaşkınlık mevcuttur. En azından masallarda. Yaşlanınca zaten bambaşka bir şey olurlar. Nedense herkes adına konuştuklarını, hatta onlar adına düşündüklerini sanırlar. Daha da beteri, halklarının buna, uyku tozu yutmuş bir halde inanmasıdır.
Neyse lafı fazla dolandırmayalım.
Terzi, ellerini yine açarak, ‘Herkes böyle’ der Genç Kral’a. ‘Yaşlılar kadar gençler de, erkekler kadar kadınlar da, yılların hışmına uğramışlar kadar küçük çocuklar da böyle. Tüccar bizi ezer, biz de çaresiz dediklerini yaparız. Papaz at sırtında tespih çeke çeke yanımızdan geçer, kimse bizimle ilgilenmez. Güneşsiz sokaklarımızdan yoksulluk, o aç gözleriyle sürüne sürüne geçer, günah da baştan çıkmış suratıyla onun peşine takılıp gider, kimse bizimle ilgilenmez.’
Genç Kral, bereket, bu masalda hem uykudadır hem de şaşkının tekidir. Demir Ökçe dedik ya yazının başında, maazallah, oradaki gibi bir ‘kral’ olsa, terzinin başına gelmedik kalmaz. Hangisi daha gerçektir ve bunun yaşadıklarımızla nasıl ilişkilendirebileceği sorularının cevapları ise olsa olsa sizde gizlidir.
Gelelim bana.
Bu ‘Genç Kral’ alıntısını, kapıdan geçmeye çalışırken sürekli öttüğüm o modern düzeneğin önünde, bana mahcup mahcup bakan kapı görevlisine söylemiyorum elbette. Onun ve benim karşılıklı, o anda düştüğümüz tuhaf enstantane için söylenebilecek bambaşka cümleler mevcut. Örneğin her defasında muazzam bir hızla ‘modernleşen’ kapı girişlerindeki güvenlik önlemleri ‘vahası’ ve kimlik bilgileri patlamasında yaşanan büyük ilerlemeye karşın (sınırlar, tehditler, sınırlar, tehditler) ‘kardeşim maaşındaki yıllık zam oranı nedir?’ sorusu gibi bir soruyla başlanabilir mi? O da bana, hiç kuşku yok, ‘yazarken sınırsızca özgür müsün bacım?’ sorusunu yöneltebilir. Hem dahasını da yapabilir: ‘Neden gençler savaşa gidiyor?’ diye sorabilir örneğin. ‘Neden yine ölüyorlar, ölecekler?’ İşi genişletip şunu da denk getirip araya sıkıştırabilir elbette: ‘Bu ABD vize engelinin arkasında yatan en gerçek nedir biliyor musun, biliyorsan ne olur söyle!’
Bu esnada ikimiz de bir distopik romanın içinde geziniyor olabiliriz. Ve aldığımız sakinleştirici ilaçlarla hep aynı şeyleri tekrarlıyor olabiliriz: ‘Sınırlar, evlilik programları, tehditler, ev kredileri, sınırlar, hafriyat kamyonları, tehditler, nükleer santraller, sınırlar, beton…’ Tam buradaysa bir terzinin karşımıza çıkıp: ‘Ölümsüzlüğün arandığı bu yüzyılda, neden ama neden hep yoksul çocukları, hep belli bir coğrafyanın çocukları, nedenini bilmedikleri savaşlarda ölüyor?’ sorusu ise cevabını bir türlü öğrenemediğimiz bir soru olarak bir yüzyıl sonra yazılacak bir romana devredilebilir. Sonrası mı? Kapı görevlisi ve ben birbirimize gülümsemeye devam ederiz. Elime tutuşturulan geçici bir kart ve ‘Ekonomi düzelirse birçok şey düzelebilir’, gibisinden, yani o günlük, kıytırık bir cevapla yırtabilirsem ne âlâ.