Gençleri çabucak eskiyen ülke

Afyon’da yitirdiğimiz 25 gencin ardından ne diyebileceğimi düşünüp durdum. O kadar çok şey söylemek istiyordum ki hiçbir şey yazamadım ve yazmayı geciktirdim. Türkiye’nin başı bulutlandığında en büyük kurtuluş olarak demokratik sivil hareket yerine hemen her zaman militarizmi kendine yön seçmesindeki zaafı yazabilirdim örneğin, ki bunu daha önce defalarca yazmıştım. Ancak böylesi bir yazı 25 gence, onların anılarına, bugünün koşullarında haksızlık etmek olacaktı. Sonuç olarak vatani görevlerini yaparken yaşamlarını yitirmişti bu gencecik insanlar. Kişisel olarak vatanı kollamanın, gözetmenin militer değil, demokratik bir yapıyla sürdürülebileceğine inansam da o çocukların kaderleri karşısında çok da fazla cümlemin olmadığını söylemek isterim. çok üzgün olduğumu ve ailelerine sabır dilemekten başka cümlemin olmadığını.

Buna rağmen ordunun ve devlet yetkililerinin şeffaflaşmasını, oturdukları koltukların görkemini bir seferlik unutmalarını, bu yaşanan feci olay karşısında ellerini vicdanlarına koymalarını ve gözümüzün içine baka baka söyledikleri o ucube yalanlardan vazgeçmelerini dileyebilirim.

Genç yaşamların bu kadar hor görülmesi beni çok korkutuyor artık. Bugün o sözünü ettiğim görkemli koltukların ışıltısıyla gözleri çakmak çakmak olanlar, bu şatafatlı mabetlerden feyz aldıklarını sananlar, sözüm en çok size: Kandan kimseye hayır gelmez. Basit bir cümle, öyle değil mi? Basit ama hiç de sıradan bir cümle değil.

Bunun için uzaklara gitmeye gerek bile yok. Yakın tarihimiz bize bizi anlatabilir. 12 Eylül’ün kırık anıları hâlâ içimizde saklıyken, gençler, gençlerin kıyımının tavan yaptığı yılların bugüne bir sarkaç gibi salınışını takip ederken, o sarkacın bir sağa sola gidip gelirken her defasında hiçbir şey olmamış gibi yeni kurbanları kendine hedef belleyişine tanık olurken… Evet, evet yakın tarihe bakalım. ülkeye huzur getireceğini düşünenlerin kıyımdan başka hiçbir şey getirmemiş olmalarına, gençlerini netameli baharlara hazırlayan o köhne ruha bakalım. O ruhun etrafında, o dönemde oluşan sahte ‘sevgi’ halesine… Aslında en çok ona bakalım!

Yalakalara bakalım, o yalakalıktaki dil nizamına. Cümlelere, sözcüklere, kimin nerelere nasıl döndüğüne bakalım. Baktığımız her yerde gözümüzden kaçıp giden genç kıyımlarına da bakalım ama. Her şeyin içinin boşaltılmasına, boşaltılan her yerde adı unutulan bir gence bakalım. Köşe dönmece hayallerine bakalım. Baktığımız her yerde kimsesiz kalmış bir düşünceye bakalım. O düşüncenin ipe nasıl çekildiğine. Saltanatın nasıl bir şey olduğuna…

Bakalım…

***

Seksenler dizisiyle ilgili yazdığım kısacık yazıya beni sevindiren mektuplar geldi. Kimisi, neden bu kadar kısa yazdığımı soruyordu; kimisi ise görüşlerime yer yer katılıp yer yer katılmadığını belirtiyordu. Beni en çok sevindiren mektuplardan biri de dizinin yapımcısı Birol Güven’e aitti.

O yazıyı kısa yazdım; diziyi, değişkenleriyle takip etmeyi sürdüreceğim. Belki sonrasında daha uzun bir yazı yazarım. Ortadaki emeği son derece önemsiyorum ancak daha katmanlı karakterlerin olması konusunda ısrarcıyım. Son bölümde 12 Eylül’de kitap okuyan baba tiplemesiyle ilgili kafamda beliren bir soru var, örneğin. Yaşar Kemaller’i, Kemal Tahirler’i, Orhan Kemaller’i okuyan bir baba kızının üniversiteye gitmesini neden istemez? Ya da nasıl istemez? Kaldı ki bu kitapların evdeki çocuklar tarafından ‘okunmadığını’ farz edebilir miyiz? Unutmayalım ki bugün kitap okumamak nasıl baş tacı ediliyorsa 80’lerde kitap okumak sıkı bir gelenekti…

***

Bu arada, başım sıkışmışken yolda karşıma çıkan genç bir görevliye teşekkür etmek istiyorum. Bana karşısındakini dinlemeyi bilen, dahası halden anlayan insanı bir trafik polisi üniforması içerisinde hatırlattığı için. Adını yazmıyorum, o kendisini biliyor… Sağ olsun.