Gökyüzü

Ege’den azıcık Akdeniz’e uzanan adalı bir yolculukta gemimiz kıyılara yaklaşırken hemen her seferinde bize eşlik eden martılara bakıyorum. Kanatlarındaki kadim güce, dayanıklılığını esnekliğinden alan o enerjiye.

Yıllar önce John Steinbeck’in bir kitabında okuduğum insanların endişelerinden kuşlara bulaşmış olan o hastalıklı panik uçuşundan eser yok havanın içersindeki süzülüşlerinde. Temkinli ama yaşama güvenerek, huzurlu ancak rehavet içinde kavrulmayacak bir dinçlikleri var. Yolu bilen ama her seferinde yeni bir yola çıkıyormuş duygusuyla dolu bir heyecan içersindeler.

Ortadoğu’nun martıları çoktan Akdenizli olmayı öğrenmiş! Bunu mırıldanırken bir seferinde Buket Uzuner’in ‘Bir gün bütün dünya Akdenizli olacak’ cümlesi düşüveriyor zihnime. Onun bunu söylerkenki gevrek coşkusu.

Evet, bir gün bütün dünya Akdenizli olsa güzel olurdu. Hayal mayal. Bunu martılar başardığına göre insanlar da başarabilir!

Başarabilir başarmasına da…

Bunları düşünürken Büşra Ersanlı’nın ve sonrasında Mahmut Alınak’ın tahliye kararlarını duymak hüzünlü bir coşkuya bırakıyor zihnimi. Bir yanda martılar, gökyüzü, bir yanda tahliye haberleri, bir diğer yanda içerdeki nicesi.

Soru hep tekrarladığımız soru olup çıkıyor:

Neden?

Evet soru yine bu. Sanırım birçoğumuzun zihninde de ne zamandır geziniyor bu yalın soru. Çekilen acıların tortuları yıllara bulaşacak, yeni kızgınlıklar ve nefretler doğurmaya gebe bir toplumu yaratmayı kim, niçin ister? Bu değerli insanlara ve içerde tutulan daha nicesine reva görülen psikolojik eziyet ve işkencenin nedeni nedir? Bu insanları içerde boş yere tutmanın vebalini üstlenebilecek olanlar sığındıkları kör kuyulardan hangi yüzle aramıza karışacak (elbet bir zaman sonra onların da emeklilik yaşı gelecek) ve tarihin içersinde yerlerini alacaklar? Yoksa onlar da resimler yaparak ruhlarını dinginleştirmek mi isteyeceklerdir sonrasında? Buna hangi tuval, hangi tarih, hangi vicdan dayanır?

Bu gökyüzü hepimizin değil mi? Neden onu ‘bir avuç’a indirme sevdası hâlâ bu kadar baskın? Oysa bu toplum ‘Bir Avuç Gökyüzü’nü (ve nicesini) dönüp dönüp okumuş ve yaşanmışlıklardan ders çıkarmayı ‘öğrenmiş’ bir toplum olmalıydı. Öyle olmalıydık.

Martıların başardığını daha önceden başarmalı ve intikamlar yerine yaşamın keyfi ve esiniyle yola revan olmalıydık.

Revan olmalıydık da… Olmadı.

***

Bu arada geçmişimin hatıralarında saklı iki değerli insan göçüp gitti. Onları anmadan olmaz.

İlki Kadıköy Kız Lisesi’nde tanıdığım Betül Demirağ’dı. Bana öğretmenliğin ne olduğunu ve ne olamayacağını yaşatan, anlatan gerçeküstü güzellikte bir insandı Betül Demirağ. Öğrencileri ve meslektaşları onu, onun yaşama kattığı rengi asla unutmayacak.

Diğeri ise tiyatromuzun büyük ustası Güngör Dilmen’di. Büyüklüğü, ustalığı bir yana, benim için çok ayrı bir anlam ifade ediyor(du) Güngör Dilmen. Yazılarımı ilk gören ustaydı o. Kuzguncuk’taki evlerinde o ve eşinin bana gösterdiği ufkun ne kadar değerli olduğunu anlatmam mümkün değil. Biliyorum ki tiyatro yaşadığı müddetçe o da eserleriyle sahnede yaşamaya devam edecek. Kısaca sonsuza kadar.

***

Tatil bitti, ben yine buralardayım. Kaldığımız yerden devam. Beni merak eden sevgili okurlara sevgi, şükran ve saygılarımla.