Haliç’teki Simonlar

İki gün önce gittiğim kuaförüm kitabı bir türlü bulamadıklarını, olmazsa fotokopisini çektireceklerini söyledi. Etrafımdaki çoğu insan kitaptan, kitabın bulunmayışından, bulur bulmaz hemen okuyacaklarından bahsediyor. Kitap Hanefi Avcı’nın kitabı elbette, yani Haliç’te Yaşayan Simonlar. Vatan, Milliyet, Radikal ve NTV’nin çok geniş yer verdiği kitap ve içeriği insanları kitabı okuma konusunda heyecanlandırmış durumda.

Kitabı çıktığı anda okumuş şanslılardan biri olarak ilk etapta Avcı’yı kutlamak istedim. Böylesi bir kitabı yazması, Türkiye gerçeğini tartışma platformuna çekmesi çok önemli. Ancak bundan çok daha kıymetli bir husus vardı Avcı’nın kitabında dikkatimi çeken: özeleştiri! Sanki bizlere verdiği mesaj aslında şuydu: Kendinizle ve geçmişinizle hesaplaşır ve özeleştiri yapmaktan çekinmezseniz sizi kimse yıkamaz! Türkiye’nin pek alışık olmadığı bir şeydi bu. Parlak bir emniyet müdürü çıkıp kurumsal olarak ülkenin her yanını saran çürümeyi, bu çürümenin kadrolaşıp katlanarak hukuka ve yargıya nasıl sirayet etmeye başladığını anlatıyordu bize. Belki bunu çoğumuz seziyor, anlıyor ama gerekçelendiremiyorduk. O ise ‘içerden’ biriydi; sezmenin ötesinde yaşamış, anlamanın ötesinde çözmüştü. Konuşmayabilir, birçok meslektaşı gibi bu kirlenmeyi görmezden gelebilir, hep bana hep bana zihniyetinin bir parçası olabilirdi.

Bu kitap yazma girişiminde Avcı’nın kişisel hesapları olduğuna takılan zihniyetler, bu toplumda her daim olduğu gibi fesatı, önyargıyı, kinayeyi, sinizmi ve nefreti harekete geçirerek bu ülkenin balçıkla kurduğu makus ilişkiyi pekiştirmeyi yeğledi. Oysa olup bitenlerin balçıkla sıvanamaz halde olduğunu hemen hepimiz biliyoruz.

Bu ülkede hukuk yargıçların kişisel vicdanına kalmış durumda.

Yargı ise ağaca çıkmış halde. ‘İktidar kimse söz onundur’ gerçeğiyle bir yapı oluşmuş. İyi de bu ülke bunu zaten öteden beri tanıyor, biliyordu. Askerin gölgesinde bitap düşmüş bir ülkeydik biz. Yeni iktidar odaklarının kölesi olmayı istediğimizi kim, nereden çıkardı? Bunu anlamak için en az yirmi yıl daha mı geçmesi gerekecek? Farklı bedellerin, sürgünlerin, kutuplaşmalar ve ihlallerin yaşanması mı?

Anladığım şu: Hanefi Avcı bu işin anayasa ile değil zihniyetle değişeceğini söylüyor bize. Kitaptaki yazdıklarına bakıldığında atı alan üsküdar’ı geçmiş zaten. Bu anlamda anayasa reformu, bu her nedense göz yumulan ‘cemaat’ eğilimli ya da cemaatçi kadroların elinde ne olur, hayal etmesi güç değil. Bu konuda Avcı çok eleştirildi ve kendisinin ayrımcılık yaptığı ileri sürüldü. Oysa Avcı cemaatin, cemaatin kapsama alanını içermeyen noktalardaki hareketliliğine parmak basıyor, eğitime verdiği desteği övgüyle dile getiriyordu. Ki kişisel olarak katılmadığım en önemli husus da buydu aslında. Bir eğitimci olarak eğitimin geleceğin kadrolarını nasıl belirlediğini iyi bilenlerdenim…

Türkiye’nin çoğunluk ve bundan beslenen tektip düşünce pratiğine değil, çoğulluğa ihtiyacı var. çoksesliliğe, farklılığa, ayrı ve karşıt görüşlerin yaşam alanı bulabilmesine ve elbette demokrasiye; kısaca temiz havaya! Bunun için de cesaret gerekiyor; cesaret ve özeleştiri.

Avcı’nın yaptığı budur. Gerçek demokrasilerin işlediği platformlarda insanlar içlerinde bulundukları kurumları kelle koltukta değil, özgürce eleştirebilirler ve bu eleştiriler dikkate alınır.

Kitabın önsözünde şöyle diyor Avcı: ‘Bunca yıl inandığımız, bizi biz yapan şeylere yanlış demek hiç kolay değildi… Türk gelenek ve ahlak anlayışının, kanunlarımızın, hatta dinin, bu ülkedeki uygulanış biçimi yanlıştı; en azından zamana ve şartlara uygun değildi. Yoksa ülkemiz bu halde olur muydu, dünya ile yarışta bu kadar geri kalır mıydı? Terör 40 yıldır devam eder miydi? Bu kadar yolsuzluğun ülkede kabul görmesi, kimsenin bundan rahatsız olmaması, hatta yapılanları olağan bulması mümkün müydü?’

Mümkündü…

çünkü biz sapla samanı birbirine karıştıran bir ülke olmaktan gurur duymayı seven bir milletiz