Harem Öyküleri

Onca eza cefadan sonra İstanbul’a varan Ester, zamanın hayatını ele geçirmesine göz yumar, kendini yeni adı Kiraze’nin hükmüne bırakır. Hüküm de hükümdür hani. Sefarad Yahudisi bir kadın olarak yeni bir yaşamla yüzleşecektir. Kiraze önce Hürrem Sultan’ın gözdesi olur, sonra Safiye Sultan’ın. Zamanla Nurbanu Sultanı tanır. Benzer kaderleri paylaşan bu kadınların iktidar hırsı ve yaşama tutkularını diğer haremlere, diğer tecrit edilmiş mekanlara taşıyan kadındır Ester Kira, Kiraze. Nurbanu Sultan’ın İtalyanca bildiği için Safiye Sultan’ı sakinleştirsin diye gönderdiği Kiraze’yle Osmanlı korsanları tarafından kaçırılmış Korfu valisinin kızı Venedikli  Sofia, bizim Safiye arasında şöyle bir konuşma geçer:

“Benim adım Safiye değil.”

Ester gülümsedi. “Benimki de Kiraze değil, ama öyle demeyi seviyorlar, bunun bir sakıncası yok… Sen çok hoş bir kızsın, üstelik akıllısın da… Üstelik gelecekteki Sultan’a verileceksin. Bu bir şanstır. İleride Valide Sultan bile olabilirsin, yani bu kraliçelikle eşdeğerdir ve bil ki Venedik Dukası’nın karısı olmaktan çok daha önemlidir. Beni anlıyor musun? Sızlanmayı bırak ve gözünü aç. Harem öyle senin küçümsediğin gibi basit bir yer değildir, bin bir dolap döner burada ve üstelik de tehlikeli, ölümcül dolaplar…”

“Ölümcül mü?”

“Evet, seni kıskanacak, gözünü oymaya hazır yüzlerce kız göreceksin çevrende. Ayağını sıkı bas. Dikkatli ol. Anlıyor musun? …Şimdi hemen otur Türkçe öğrenmeye başla.”

Kiraze, Solmaz Kamuran, sayfa 309

* * *

Evet, Türkleştiler. Adları, hayatlarıyla üstelik. Haremin en mutsuz, en iktidar sahibi, haris mi haris ruhlu en yerli ecnebileri onlar oldular. Dahası bu yerli ecnebiliklerine “İyi de kadın ne ister?”; “hele hele Üçüncü Dünyalısı (kim bilir!) ne ister?” gibi cinsiyetlerine yöneltilen soruların biricik muhatabı olarak bambaşka bir kimlikle tarihin yapraklarında görünmez (kolaylıkla silinebilir) bir yer de edindiler. Kadının ne istediği sorusu kadın olmayan birileri tarafından sorulan bir soruydu, bu kesin. Tuhaf olan, cevabının da bu cinsi pek tanımayanlar tarafından verilmiş olmasıydı. Cevap basitti: Haz. Bu haz çeperi içersinde neler neler yoktu ki… İkincisinin ise daha coğrafi olduğu ortadaydı, ilkinden daha az masum olmadığı da.

Oryantalizmin allayıp pulladığı bu iki soru –ilki cinsiyet temelinde, diğeri kolonyal biçimde ötekileştirme anlamında- fantezileri pekiştirme açısından çok, ama çok  işe yarar sorulardı. Oryantalizm  için ikisi de muteberdi; zafere giden her yol mubahtır misali. Bu zafer için her yol muteberdi.

Roman yazmak bunlardan biriydi elbette. Kuşkusuz hepsi değil. Ama önemli bir parçası. Bütünün önemli bir parçası: Fikirler, kurumlar, insanlar, tarih, biyoloji, ekonomi teorileri… parçalar, parçalar. Bütüne giden ve sonuçta kültürü başlı başına ideolojik bir güç olarak karşımıza çıkartan parçalar.

Dedik ya roman yazmak bunlardan biriydi sadece. Ama para getiren bir parçaydı da, döner sermaye gibi bir şey. Gel zaman git zaman, şu meşum zafer Batılı erkeğin Doğulu kadını tasviriyle yetinemez hale geldi. Batılı kadının Doğulu kadını anlatması da hoş olabilirdi. Batılı kadının Doğulu kadını anlatacağı tabii ki tek bir yer vardı: Harem. Çünkü harem Doğulu kadının en önemli mekanı ve gerçek kimliğinin yoğrulduğu yerdi. Ancak Batılı kadınlar tüm iyi niyetleriyle karaladıkları satırların arasında Harem’i ve oradaki kadını bir hayli ötekileştirdiler. Belki bilinçaltının onlara oynadığı bir oyundu bu -ancak Freud’un değil, Batılılığın onlara oynadığı bir oyundu bu galiba. Sonuç, gerçekten  harikuladeydi. Gizem, ihtiras ve her şey…

Derken başka bir durumla karşılaştık. Mekan gene aynıydı: Harem. Ancak bu kez Doğulu-yerli kadını Batılı değil de, yine Doğulu-yerli kadın anlatıyordu. Sonuç farklı değildi: gizem, ihtiras ve her şey.

Keramet haremdeydi galiba, çünkü Doğulu-yerli kadını bu kez Doğulu-yerli erkek anlattığında da aynı şey oluyordu.

Nurbanu, neşeli, şuh ve rahat doğasının yanında Murad’ın doğumu ile huzura kavuştu. Kendisini güvende hissediyordu artık. Geleceği düşünmeye başladı. Selim’in devlet işleri ile ilgilenmeyi sevmemesi, ailenin sorumluluğunu yüklenmesini gerekli kılıyordu… Haremde genellikle cinsellik bittikten sonra politik işler başlardı; ama bu anlayışa ve beklentiye Hürrem son vermişti…

Nurbanu , Teoman Ergül, sayfa 161.

Haremdeki ecnebi-yerli kadın sürekli olarak nesneleştiriliyordu. Uzaktılar, sahiden yabancıydılar, amaç padişahları adam etmekti ve bu hususta hiç de fena değillerdi.  Onlara anlayış gösterebilirdik, amma da yaşamışlar diyebilirdik, bak sen de diyebilirdik, Osmanlıyı zaten bu kadınlar bu hale getirdi işte demesek de başımızı bilmiş bilmiş sallayabilirdik.

* * *

Ann Chamberlin’in Batı’da ve ülkemizde yok satan kitabının temel ilkesinin, yukarda belirttiğimiz o iki muamma soruyu doğrudan sormaması olduğunu biliyoruz. Bu yazarlar istedikleri kadar bu kadınlara empatiyle yaklaşsa, onları anlamaya çalışsalar, iyi niyetlerinden kuşkulanmak için hiçbir neden olmasa da ehveni şer olmaktan öteye gidememektedirler. Çünkü biliyoruz ki, doğallaştırma ve ardından evrenselleştirme süreçleri, ne yolla sunulursalar sunulsun uçları oryantalizme varmaktadır.

Kendincebaşka bir Doğuyu-ama hep aynı doğuyu- anlatan Kleopatra ‘nın yazarı  Michel Peyramaure: “Tarihsel gerçekliğe lirizm katıyorum,” der, çünkü kahramanlarının yaşadıklarını ve hayal ettiklerini önce kendisinin hissetmesi gerekmektedir:

Ter, toz ve at kokuyordu Antonyus: Kleopatra’nın, onu acımasızca hayal kırıklığına uğratmış olan, ama asla tam olarak umudunu kesmediği bu adamda koklamayı sevdiği kokulardı bunlar .  (sayfa 368)

Bizlere hangi dünya, hangi dünya görüşünden anlatılmaktadır? Bu soruyu sorarız ve elimiz böğrümüzde kalır. Belki de yapılacak en iyi şey de budur.

Yerli Harem öykülerinin alıp başını gittiği bir piyasada, diyelim ki Hürrem Sultan  birinci tekil şahıs ağızdan ve sınırsız bir perspektiften Harem’i anlatmış olsaydı ne değişirdi? İçerden dışarıya doğru yani, dışarısı nasıl görünüyor, biz nasıl görünüyoruz, diyelim ki Ann Chamberlin nasıl görünüyor, onu anlatsaydı Hürrem Sultan. İlk baskısı son baskısı olacak, tozlu raflar içersinde kaybolacak bir kitap yazsaydı mesela, hayatı tarihin içinde nasıl kaldıysa öyle bir kitap yazsaydı yani. O zaman, işte o zaman asıl zalim sorunun Batı’nın Doğu’yu doğulaştırması (açtıkça aslında örtmesi o gizemi, mistisizmi, tülü, peçeyi ve dolayısıyla tümünü kendi tekeline alması, tüm bunları kendine saklaması) değil; fakat biz Doğuluların Batı gözlüğü ile Hürrem ve onun gibileri nereye kadar yok sayacağımız olduğu ortaya çıkardı.