Hayatınız ‘roman’ olduğunda

Ne mi olacaktır? Bir zamanlar izlenme rekorları kıran Cennet Mahallesi’nin tersine, yaşama dair birçok yanınız hep eksik kalacak ve ayakta tutmaya çalıştığınız küçük direncinizin üzerinden miniminnacık kirli sarı buldozerler geçecektir. Aslında ülkemizdeki Romanların öyküsü ‘yetkililerin’ azınlıklara bakışının her seçim öncesinde tipekslenmiş (şu yanlış yazılmış yazıları silen beyaz mürekkep) ve bembeyaz sayfalar vaat eden özetidir. ‘Oylarınızı bize verirseniz size ev vereceğiz, şunu vereceğiz, bunu vereceğiz!’ Seçim biter ve her şey normale döner. Romanlar, soğuk, uzak, tetkik eden resmi bir bakışa feda edilir ve bu resmi bakışın eşlik ettiği, adına ‘imar planı’ denilen, hemen hemen bütün yoksullara yönelik bir dudak büküşün odaklarından biri olurlar. O metalik buldozerler alana daldığında ‘Ee ama’ şeklinde babacan bir mimikle başlayan bir cümle ve onu takip eden cümleler, müşfik bir ses tonu eşliğinde ‘maalesef elimizden gelen bu’ ile biten samimiyetsiz bir paragrafa dönüşebilir. Oysa ev yıkıyorsunuzdur. Ama kimin umurunda! Alan ıslah ediliyordur. Nedense modern planlar ıslahı, sabahın köründe 3-4 bin çevik polis eşliğinde yoksulun barakasına buldozer sokmak olarak düşünür hep. O buldozerler para karşılığında çalıp çırpılan villalara, tapu dairelerindeki yamuklara, bu yamuklardan üreyen gökdelenlere, denizi halktan kaçıran modern yalı dairelerine hiç dokunmaz. Yoksulluk bir suçtur sanki. ‘Bu insanların yerinde ben olsaydım’ diye düşünmek bu modern düşüncede atıllıktır, geri kalmış bir solculuktur, kifayetsiz takıntılı bir insanlıktır ya da dış mihraklardan beslenen çalıntı bir cümledir. Dolayısıyla görev aşkıyla yanıp tutuşan buldozerler çağıdır çağımız, dalıverirler arsalara ve yoksullara dünyanın kaç bucak olduğunu bir-iki saat içinde gösteriverirler.

Geçtiğimiz günlerde, İstanbul’un orta yerinde, Ataşehir’de Yenisahra, örnekmahallesi ve Küçükbakkalköy’de bir kıyım yaşandı. Yıkım haberi tam ‘bir gün’ önce verilmişti barakalarda yaşayanlara! Anlaşılan arsayı satın alan ve ‘ben inşaat yapana kadar burada kalabilirsiniz’ diyen mal sahibinin sözüne inanmışlardı ve kıpırdamamışlardı yerlerinden. Ya da buna zamanları bile olmadı!

Kıyım bununla da kalmadı. Haber, Birgün Gazetesi’nde çıktı. Gazetenin muhabirlerinden ve bu haberi kotaran Sevgim Denizaltı bu insanların dramını anlatırken sözcükleri seçmekte zorlandığını yazmış bana. Sevgim benim gurur duyduğum eski öğrencilerimdendir. ‘İnsanlar sokakta kaldılar’ diyor. ‘Kiraya çıkacak durumları yok, zaten kiraya çıkmak isteseler de kimse onlara Roman diye ev vermek istemiyor. Aralarında tüplere bağlı yaşayan çok hasta bir insan ve onlarca çocuk var.’ Sevgim bu olayı önceden basına duyurmaya çalışmış. Ardından buna pişman olmuş. çünkü basında çıkan haberler ‘işgalcilerin kaçak barakaları yıkıldı, yıkım olaysız tamamlandı’ şeklindeymiş.

Yıkımdan önce kendisiyle görüşülen insanlar ‘Biz şimdi ne yapacağız?’ diye sormuşlar. Ve demişler ki: ‘Hani Başbakan bize ev sözü vermişti? Bu mu Roman açılımı? Biz ona inandık, oy verdik. Biz bu ülkenin vatandaşı değil miyiz? Durumumuz yok diye biz insan değil miyiz? Bize bir ev versinler…’ Hatırlatmakta fayda var. Bu yaşadıkları ilk yıkım değil. 2006’da da orada bir yıkım olmuş. Tuhaf değil mi bu insanlar Ataşehir Ataşehir değilken, yani modernizmin ufukları gökleri delmemişken de oradaymış, kısacası sonradan oraya gelmemişler. Yani yerli halk onlar! 60-70 yaşında insanlar ‘Ben burada doğdum büyüdüm, şimdi nereye giderim’ derken onlara verebileceğimiz doğru dürüst vicdanlı bir cevabımız var mı?

Peki ya sizin sayın yetkilililer, asıl sizin böyle bir cevabınız var mı?