Işık

Kapıdaki görevli kadınla sohbet ediyoruz. Bir yandan da cüzdanımın içersinde günümü kurtaracak bir kimlik arıyorum. Türkiye’nin ilk empresyonist ressamlarından olan Nazmi Ziya Güran’ın Rezan Has Müzesi’ndeki sergisinin girişindeyim… Biraz debelendikten sonra İstanbul’un puslu ve ayaza kesen havasını tamamen geride bırakıp giriveriyorum içeri. Ve “ışığın ressamı” karşımda! Ona neden böyle dediklerini tablolara yürümüş o aydınlığı, o aydınlıktan yaşama akseden renkleri gördükten sonra çok daha net anlıyorsunuz.

1914 kuşağı ressamlarından olan sanatçı, İstanbul’un çehresini bıkıp usanmadan tuvaline taşımış. Aksaray Horhor’daki baba evinden, çamlıca’ya, Boğaz’a, Salacak’a, Şile’ye uzanan bu yolculukta onunla farklı bir geçmişe doğru kayıveriyorsunuz. Bahçe ve parklar arasında gezinirken, tuvallerin önünde dakikalarca durup, sanatçının fırça esinine kafa patlatan resim tutkunlarıyla selamlaşıyor, zamanı ve mekanı farklı bir ortaklıkta kullanmanın keyfini çıkarıyorsunuz. İki öğrenci hararetle tartışıyor bir resmi. Biri yaşlı, diğeri genç iki kadın tabloların kiminde eksik olan “resmediliş tarihini” bulamadığına dert yanıyor. Benim gibiler içinse resim teknik bir olay değil, bir an demek. O an ne hissettirdiği, zihnimde açtığı kapılar, eşikler… İyi mi, kötü mü bilmiyorum ama böyle.

O “anı” izliyorum. Doğanın katmanlılığı, sanatçının ışık vurgunu fırçasında yaşanılan kenti hayallerdeki şehre taşıyor. Onun bostanlarında, kırlarında, sokak aralarında gezineni takip etmeye çalışıyorum. Az önce tanık olduğum Eminönü Meydanı’ndaki ses ve ışıktan daha farklı bir İstanbul bu. Kuşkusuz böyle. Ancak ruh bakımından kentin heyecanı, yaşama gayreti, şiiri sanki hiç değişmemiş. Sadece ışıklı bir tüle dolanmış. Tüle dolanırken gerçekle hayal arasına inen o parlak “sis” insanı büyülüyor. Sanatçının denizini, teknelerini, yelkenlilerini, cami ve kiliselerini, türbelerini, çeşme ve kahvelerini bu tülün içinden seyrediyorum. Kulağımda kentin gerçek sesini o tüle dolayarak; farklı bir gerçek, dolayısıyla farklı bir hayal yaratmaya çalışarak.

çocukluğumun bahçeleri, denizi ve bostanlarının da böyle olduğunu hatırlıyorum. Geçmişin içinde sabitlenmiş anlar vardır. Tablolardaki güneş ve o güneşten yayılan ışık seli “o mühürlü zamanların” da resmi oluyor. Bir Salacak var, bir Şile, bir Haliç. çocukluğun o hiç bitmeyen ışığı, belki de güneşi Nazmi Ziya’nın tablolarına saklanmış meğerse!

Bedri Rahmi Eyüboğlu güzel demiş: “Resimlerin bende bıraktığı ilk intiba Nazmi Ziya’nın güneşin, güneşli günlerin, güneşli toprakların ve güneşli göklerin ressamı oluşu idi.”

Ruhunuz şu ara biraz ürperiyor ve hayalinizde kalakalmış ince bir battaniyeyi duygularınızın üzerine hafifçe örtmek gibi bir özlem yaşıyorsanız 18 Şubat’ta açılan ve 17 Nisan’a kadar devam edecek bu “yaz sıcaklığını”, o yaz sıcaklığından kalma çocukluğunuzun “bu eskimeyen güneşini” tereddütsüz bir biçimde size öneririm. Şu sıra ruhu ürpermeyenler için de önerim geçerli elbette!

Ha bu arada Haliç’e kadar uzanmışken karşı kıyıda, Santralatölye’deki başka bir sergiyi de kaçırmayın derim! Bu kez daha gölgeli, daha hüzünlü bir sohbete hazır olun. Remzi Raşa’nın “Yalnızlığı Seçmek” sergisi de çok güzel!