İstiklal Caddesi’ndeki Tanımadığım Tarihim

İstiklal Caddesi’ni boydan boya koştuğum bir zaman var. Galiba Emek’te, eskilerden bir festival zamanı ve oradaki filmi kıl payı yakalamak üzereyim. Etrafımda, koştukça, koşma ritmime, soluğuma denk bir biçimde eriyen eski apartman siluetleri, kirloş mağazalar, tanıdık kitapçılar var. O zaman trafiğe açık olan haliyle çalınan kornalar da.

Birçoğumuz gibi kişisel tarihim boyunca defalarca İstiklal Caddesi’ni böyle koşa koşa göğüsledim. Hemen hepimiz gibi geçen yıllar içerisinde tıknefes halime eklenen başka başka şeyler oldu hayatımda. Ancak hiçbiri İstiklal Caddesi’ndeki değişiklikleri yakalayabilecek kıvamda değildi! Çocukluk, gençlik, ortayaşlılık… Sonuçta siz sizsinizdir.
Öte yandan caddede, hâlâ adına İstiklal Caddesi denilen o caddede, bir insan ömrünün yetemeyeceği kadar tanık olduğum ‘değişiklik’ ise fiziksel olarak nefes nefese kalışımı çoktan ezip geçmiş durumda. İstiklal Caddesi’nin tanık olduğu ve hunharca diyebileceğim bu türden değişiklikleri, buranın yakın geçmişine dair sabit olarak ne hatırlıyorsun sorusuna, ‘neredeyse sabit hiçbir şey hatırlamıyorum’ biçiminde kazındığı için, tam da bunun için çok tehlikeli. Bu biçare yanıt, hangi yılda hangi değişiklik, kimin için ve neden yapıldı sorularıyla birlikte gökkubbede öylece boş boş asılı duruyor ya, işte tehlike burada.
Neden derseniz bir insanın bir kentle kurabileceği ilişki, hatırlayabileceği bir çehre gibidir. Eski bir çocukluk arkadaşınızı yıllar sonra ilk kez gördüğünüzde, karşınıza ilk oturduğu zaman, belki bir on dakika boyunca onu eski haylaz haliyle, sonrasında ise ‘yeni’ yaşlanmış haline rağmen eski tanıdık bir haleyle dinlersiniz ya, işte öyle! Ve en sonunda da onu bir bütün olarak algılamaya başlarsınız; onu, kendinizi, ortak geçirilmiş zamanları, ayrı geçirilmiş mevsimleri… Ama bunun hiçbir önemi yoktur. O karşınızdadır ve yaşlansa da, eskise de, değişse de onu ‘tanıyorsunuzdur’.  O noktada şunu sorarsınız: Nasıl oluyor da bu insanın gözleri yaşamımın bütün gençliğini temsil edebiliyor? Nasıl oluyor da onun o muzip gülüşünde benim de koca bir çocukluğum saklı? Nasıl oluyor da bu kadar yıla rağmen böylesine yıllanmış bir muhabbetin içinde gezinmeyi başarıyoruz? Böyle sorular işte.
Elbette zaman eskitir. Kimsenin gözünün yaşına bakmaz. Ancak siz tıpkı çocukluk arkadaşınızın yüzünde gördüğünüz rüzgar gibi bakarsınız kentinize. Bir kentte yaşamanın esamisi budur. Şu bankta ders çalıştım, şu büfede sevgilimle tost yedim, şu lokantada okulu kazandığımı öğrendim, şu çantacıdan Ferda (iki gün önce onun doğum günüydü, çok yaşa Ferdacığım) ile çanta aldık, şu çaycıda demli çaylar içtik gibi.
Yeni İstiklal Caddesi aylardır, hatta yıllardır yaşadığımız hafriyat alanı çilekeşliğinden arınıyor. Arınıyor doğru kelime değil aslında. Belki bitiyor daha doğru bir kelime. Bu bitiş esnasında ise, tüm anılarımızı, bir yerlerdeki kimsesizler mezarlığına hurra boşaltmak üzere bekleyen hafriyat kamyonuna ‘yürrü koçum’ diyen metalik bir ses duyuyoruz. (Belki sadece ben duyuyorumdur, kimse üzerine alınmasın).
Caddenin yeni çehresi çehresizliği seven herkese hayırlı olsun.