İyi Bayramlar

Bir masaya oturursun. Önünde boş bir limonata bardağı, Türk kahvesi izli boş bir fincan, az ötedeki kül tablasında içilmiş sigaraların izmaritleri. Her şey geride kalmıştır. Öğleden beri esmeyen rüzgâr buna şahittir. Tepedeki güneş, dışardaki hengâme. Kendini, sana ait olmayan bir yerde, masadaki öte beri toplanana kadar başka bir insanın özel alanında gezinen bir hırsız gibi hissedersin. Bu duyguyu üzerinden atmak istercesine garsona el edersin. Nafile! Günün o saatinde, kendine sayısız dert anlatan konuğun eline düşmüştür bir kere genç garson. ‘Elbette efendim, tabii efendim’ diye diye o masadan o masaya koşturmakta, elinde limonata tepsisiyle kalabalık bahçenin girişinde beliren arkadaşına çarpmamak için geliştirdiği anlık taktiklerle yaşamaktadır. Bu yüzden ‘bakar mısınız garson bey!’ dediğinde o bahçede bir kere daha kaybolacağını bilirsin. Yalancıktan öksürmen de boşunadır sanki. Belki bayılsam diye düşünürsün. Bahçede öyle bir hal vardır ki, bunun bile arada kaynayıp gitmeyeceği meçhuldür.

Seslenmekten vazgeçersin.
Vazgeçtin.
Çağımızın neredeyse en büyük iletişimsizlik aleti olan cep telefonunu çıkarır mesajlarını kontrol edersin. (Birçok yalnız masadaşın da aynı şeyi yapmaktadır o sırada) Normalde hiç tanımadığın insanlardan gelen sevimli elektronik kartlarla oyalanır, bir iki tanesine cevap yazmaya yeltenirsin. Ve yaparsın da bunu. ‘Güzel dilekleriniz için çok teşekkürler, nice güzel bayramlara…’ Ya da ona yakın bir şeyler yazarsın. İnanmadığından değil; öteden beri bayramların insanları yaklaştırmak için bahaneler değil, hayati gerçekler olduğunu bilirsin. Kanser hücrelerinin en çok şekeri sevdiğini anlayacak yaşta olsan bile, şekerin almaşık rengine, tada, tatlıya inanır, sözünüzü balla kestim lafını zihninde dolandırırsın. Bu neye benzer? Mandela’nın rugby oyununu öne sürerek koca bir Güney Afrika’yı yakınlaştırmasına, Martin Luther King’in dev adımlı yürüyüşünde yakaladığı tınıya. Ortak bir paydadır aradığın. Bayramlar, istenirse insanları birleştirebilir ve o zaman gelsin cennet diye düşünürsün.
Düşünürsün düşünür… Lakin vakit geçmektedir! Ve ufukta garson falan gözükmemektedir.
Cep telefonundan vazgeçip eskiye, sığındığın masada geride kalana bakarken (bir limonata bardağı, boş bir fincan, bir de sigara izmaritleri) masanın kuytusuna öylesine bırakılan bir kırmızıyla o sırada karşılaşıverirsin. Gözlerine inanamazsın. Kuytudakini alır meydana çıkarırsın. Gördüğün kalp şeklinde bir çikolatadır. O da diğerleri gibi geride kalmıştır kalmasına ama ‘canlıdır’! Bu, olsa olsa, deminki masanın insanın zihninde bıraktığı ‘boşluğa’ verilmiş olan bir cevaptır. ‘Sana da iyi bayramlar şekerim!’
Bir müddet bakışırsınız. Bilmediğin bir insandan geriye kalan kırmızıya sarılmış lezzeti ne yapacağını bilemezsin. Kimden kalmıştır, neden bırakılmıştır, kahvenin yanında neden yenilmemiştir gibi sorular geride kalır. Kırmızı jelatini açar ağır ağır yemeye başlarsın. Orhan Kemal’in Çikolata öyküsündeki o kız çocuğu gibi. Kağıdı da yalasam mı, jelatini düzleyip hayalle harmanlasam mı… Pastanedeki pervaneler çalışmakta, sesler seslere karışmakta, önündeki eski (limonata bardağı, boş fincan ve izmaritler) sana artık o kadar da eski gelmemekte ve yediğin çikolata tanışık olduğun bir dünyaya seni bırakmak üzeredir.
Yalan değil. O sırada el sallayarak kapının oradan sana doğru geleni görürsün. (Hayır, garson değil!)
Gelen Karin’dir. Yirmi yıllık arkadaşın Karin Karakaşlı. Bilmeden oturduğun masa, onun hesabı ödemek için bıraktığı masa; iyi kalpli garsonu beklemekle geçirdiğin zaman, onun hesabı ödemek için hesap kuyruğunda geçirdiği zaman; yediğin çikolata onun aslında sana bıraktığı çikolatadır.
Hayatın mucizevi yanlarından birine daha tosladığını işte o zaman anlarsın!
***
Masanız, zamanınız, tadınız bu bayramda ve bu hayatta eksik olmasın. Hele dostsuz… Hiç kalmayın!
İyi bayramlar.