Kağıdın yanma derecesi

Ray Bradbury geçen yüzyılın içinden seslenir bize. Sansürü, baskıcı rejimleri, bu rejimlerin dayattılarını, bu dayatılanların kültür yaşamına nasıl yansıdığını tartıştığı Fahrenheit 451’de devletin buyruklarını başarıyla ‘hayata geçiren’ itfayeciler görürüz. Bu itfayecilerin işlerinin yangını söndürmek olduğunu sanabilirsiniz. Hayır! Bu kişiler kitapları yakmakla sorumludur! İnsanların evlerine dalar ve çatır çatır her türlü kitabı yakarlar. Kitabında gelecekteki bir toplumdan bahseder bize Bradbury. Kitabın yazıldığı 1950’lerden çok daha ötesine götürür bizleri. Belki bir yüzyıl sonrasına, belki çok daha ötesine. Gelecekte bahsettiği ekrana yapışmış bu toplum, tutucu bir toplumdur. İnsanlar tüm zamanlarını tuhaf televizyon programlarını seyretmekle geçirir durur. Şov zamanı sanki yaşam zamanı olmuştur. İnsanların ‘kendilerine ayırabilecekleri’ bir kesit kalmamış, dolayısıyla düşünebilme şansları da ellerinden alınmıştır. Düşünseler bile hep ‘aynı şeyleri’ düşünürler. Herkes televizyonlara kilitlenmiş abuk sabuk şeyler seyretmekte; bunların doğru olup olmadığını bile düşünmeye gerek duymamaktadır. Bu toplumda televizyonlara yapışmak yerine kitapları ‘okumayı’ tercih eden insanlar ise cezalandırılmaya mahkûm edilmişlerdir. Onları komşuları, yakınları, eşleri ispiyonlar ve bu ispiyonlamayı gönül rahatlığıyla yaparlar. Neden derseniz sistem bu güvenceyi onlara vermiştir. Kitaplar cayır cayır yanar…

Fahrenheit 451, kâğıdın ateşe gerek duymadan yanabileceği bir derecedir. Bradbury kitaba bu adı verirken kitabı ‘yok etmek’ için ille de ateşe ihtiyaç duyulmayacağını söylemek istemiş olabilir. Bazen ortalık ‘öyle ısınır ki’ ortaya çıkan sıcaklıkla düşünce ‘küle’ döner demek istemiş olabilir, evet.

ülkemizde, kitapları inceleme ve denetleme amacıyla oluşturulan komisyonların işleyiş biçimi nedense bana bu kitabı hatırlattı. Başka bir deyişle söyleyecek olursak kitapları yakmak için ateşe ihtiyacımız olmaması, bunun yerine düşünceyi küle çevirme mantığının meşruiyet kazanması fikri… Velilerin ‘şikâyetleri’ doğrultusunda kitapların ‘okunabilir’ ya da ‘okunulamaz’ biçiminde değerlendirilmesi, değerlendirilmenin ötesinde kitapların müfredattan kaldırılmaya gidilmesi, uzun vadede bu topluma ‘yol ve elektrik olarak’ dönmeyecektir. Bunu çok net görmek gerekiyor. Bu kanal açılırsa, ki açılmış, öyle görünüyor, okullarda evlerdeki velilerin yaşam görüşlerine göre kitaplar ‘okunacak’ demektir! Takip ettiniz mi bilmiyorum; şu ara bu yöntemle inceleme altına alınan nurtopu gibi bir kitabımız daha oldu! Muzaffer İzgü’nün ‘Zıkkımın Kökü’ adlı eseri de Şeker Portakalı ve Fareler ve İnsanlar’dan sonra mercek altına alındı. Olay bir Türkçe öğretmeninin 7. sınıf öğrencilerine kitabı performans ödevi olarak vermesiyle başladı. çocuklar kitabı okuyacak ve kitabın özetini çıkaracaklardı. Derken bir veli kitapla ilgili olarak İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne şikâyette bulundu. Bunun ardından hemen bir komisyon oluşturuldu ve bu komisyon ‘7. sınıf seviyesine uygun farklı bir kitap önerilmesinin daha yararlı olacağı’ kararına vardı, kararı öğretmene bildirdi! İzgü’nün Adana’daki bir gecekondu mahallesinde geçen çocukluğunu anlattığı bu kitabın ‘ergenliği tehdit eden’ her nesi varsa bunun kamuoyuyla paylaşılması özel ricamdır!

Merak ediyorum: Milli Eğitim ve evdeki veliler ergenliği nasıl bir süreç olarak değerlendiriyorlar? Kendi Fahrenheit 451’leri ile bu çocukları küle çevirmenin kime, ne faydası var? Evlerinde seyrettikleri eğlence programları onların olsun ama bıraksınlar da çocuklar tartışmayı öğrensin… Elbette her okudukları kitabı sevmek zorunda değiller. Ama izin versinler de bir şeyi sevip sevmemeye onlar karar versin.

Belirtmekte fayda var: Burada asıl düşünülmesi gereken okullarda okutulan kitaplar ve içerikleri değil (ki bu çok ayrı ve üzerinde titizlikle tartışılması gereken acil bir konudur), ‘ben dedim oldu’ biçiminde gerçekleşen yasaklama mantığının özgürlük olarak yansıtılmaya çalışılmasıdır.