Kar…

Hazırlıksız yakalanmıştık. Hava tahmin raporları tarafından ısrarla uyarılmış olsak bile… Kar yağmıştı ve biz öyle ya da böyle gözbebeklerimize kadar aklanmıştık. Ya da kimimize öyle geldi. Neyse, ne… Beyazının tüm görkemiyle, bir gece vakti bizi, hazırlıksız bir savrulmada, şefkatle sarıp sarmalayandı kar.

Oysa birkaç gün öncesinde, diyorlar ya ‘teyide muhtaç’ diye, galiba, bizler, bu coğrafyanın insanları tümden bu haldeydik.
Ruh sağlığımız, gerçekten de teyide muhtaçtı. Sokakta gördüğüm hemen herkes, her an birbirine bağıracak, birbirini yıkıma uğratacak bir kafa sersemliğiyle yaşama devam etmeye çalışıyordu. Resmen ölmemek için uğraşıp didiniyorduk.
Teyide muhtaçtık; evet. Özellikle yılbaşı gecesinden sonra, zıvanadan çıkan bir kötülük vardı ortalıkta gezinen. Bir arkadaşımın yorgun, ıssız ve sevecen mavi gözleriyle dediği gibi ‘tedavisi mümkün olmayan birer kanser hastasıydık’ aynı zamanda. İçimizdeki ur, insanlığın kadim dualarına rağmen büyüyor, ağıza alınmayacak, kadın bedenini yerden yere vuran küfürlerin adresi oluyordu.
Fırat Kalkanı diyordu birileri ezberlerin bir numaralı ekranında; ancak sadece ekranın suçu değildi bu. Politikacılar da hep aynıydı. Esneyen birer maske gibiydiler karşımızda, kızgın ve büyük laflar ederken bile: Protesto ediyoruz, şu olsun bu olsun derken bile sürekli bizden uzaklaşan bir serap tezinin italik dipnotlarıydı dedikleri. Neden samimi değildiler sorusu ise çoktan dünyanın en derin dehlizini boylamış, o en derin abisin içinde boğulmuş kalmıştı. 40 kişiyi öldürmüş bir cani bile yakalanamazken yeni askerler korosunun ekranı, ellerindeki bayraklarla inanmak isteyen bir halkı karşımıza sermekten çekinmiyordu.
Biz, teyide muhtaçtık. Çünkü kötülüğün adı olmak üzereydik de haberimiz yoktu. İntikam ateşiyle içimiz yanarken, neden intikam almak istediğimizi bile unutmuştuk. Sözcükler talan ediliyor, aynı çatı altında yaşayan komşular asansörde birbirine selam vermemeyi ‘seni tanımıyorum’ diye gerekçelendirirken bile asansör boşluklarına ‘yaşasın vatan’ diye bağırmayı eksik etmiyordu. Teyide muhtaçtık. Şehitleri, ölümü, yaşamdan daha çok seviyor ama deliler gibi alışveriş merkezlerine koşup geleneksel kış indiriminden  alışveriş yapmayı, yüzde elli tenzilatlı mallardan hiç giymeyeceğimiz gömlekler almayı biliyorduk-kefen alırcasına.
Teyide muhtaçtık. Ölülerimizin ardından ‘oh olmuş’ diyebiliyor, yazarlarımızın cezaevinden çıktığını duyduğumuzda yüzümüzü gözümüzü ekşitebiliyorduk.
Teyide muhtaçtık. Birlikte olmak derken, sadece bizim gibi olanlar demek istiyor; bütünüz derken bütün parçaların aynı olması gerektiğini savunuyorduk. Kan derken bir kilo şeker der gibi bir halimiz vardı.
Teyide muhtaçtık çünkü yaşayan ölüler haline gelmek üzereydik.
Ve sonra kar yağdı…
Beyazdı. Güzeldi. Anlamlıydı. Sınırı, sınırsızlıktı. Kar yağdı. Çocuklar gecenin bir vakti kartopu oynarken, bir yandan da kardan adam, kardan kadın, kardan insan yaptılar… Hepsinin aslında aynı hamurdan olduğunu bilerek.
Bir de şu elbette:
Her kar tanesinin birbirinden farklı olduğunu bize hatırlatarak. Bütünlüğün tamdan azade, farklılıklardan bir araya gelen eşsiz birliktelikler olduğunu da. Hemen her seferinde farklı, hemen her seferinde doyumsuz, hemen her seferinde kar, kar, kar.