Kavanoz Dipli Dünya

Kirloş Marmara’nın gemi ağırlığıyla maden maden kokan suları, lodosumsu (İzmir’in imbatından araklanmış da diyebilirim) deli yaz günü rüzgârıyla, Ramazan’ın iftar ve sahur artığı ne kadar ekmek ve boş ‘şaşalı’ varsa hepsiyle dolup taşmış, kıyı bu haliyle, balığına, börtü böceğine bir hafta yetecek rızkını çıkarmıştı.
 
 Kıyı deyince; kıyı heyecanlıydı. Genç nüfus böyle bir şeydi. Üzerlerindeki çakma marka donlarına, ya da sadece donlarına güvenen (güvenmese ne olacak?) nice genç çocuk, ikindi rehavetiyle hurra suya dalıyor, sıcaktan bitap düşmüş yolcuların Kadıköy-Eminönü motoruna kendilerini attıktan sonra yaşadıkları rehavetlerini gençliğin okkalı küfürleriyle bölüp bölüp duruyorlardı.
 
‘Evladım bu pis ve leş gibi suya atlamayın!’ diye bir ses duyuldu nihayetinde kadının birinden. Kadın bindiği motorda, gölgenin serabında kendinden geçmiş gibi konuşuyordu. Yine de, o ana kadar suyun pis ve leş gibi olduğu gerçeğiyle neredeyse ilk kez karşılaşmış gibi duran sıcak pestili ahali, çocukların gölgesiyle silinen ikindiye öylece bakakaldı. İkindi de ne ikindiydi ama! Ekmek artıkları, plastik su şişelerine bir de kredi kartlarına 24 ay taksitle abanarak yüzde elli indirimlerle dünyaları satan marka mağazaların eprimiş marka torbaları eklenmişti.
 
Hava o kadar sıcak ve denizden yükselen buhar o kadar fazlaydı ki insan gözünün şaşarlığı gerçeğin sınırlarını hayli zorluyordu. Ve sonra olan oldu. Suyun içinden, şöyle Boğaz’ın öteki tarafından bizim tarafa doğru desek daha doğru, başka başka tuhaf nesneler, pislikler, hatta ekran görüntüleri de akmaya başladı. ‘Aaaa!’ Böyle bir ses duyuldu birilerinden.
 
Ama iş bununla da kalmadı.
 
Derken, bir geminin yakıtının kahverengisi düşüverdi kirloş Marmara’nın üzerine, Kahverengi akaryakıt, kıyıya kadar geldi geldi geldi ve al işte, sonunda ’17-12’ benzeri bir şekle dönüştü.
 
‘Şuna bakın!’ diye bağırdı az önceki kadın. ‘17 Aralık’ın izi de suya düşmüş!’
 
Sıcak vurgunu ahali kadını bu kez hiç takmadı. Manyak mı neydi kadın? İftara kaç saat kalmıştı? Ya da bayrama? Şu koalisyon olsa da emeklilere zam yapılsa ne iyi olurdu. Devletimiz güçlüydü ve devlet büyüklerimiz de saraylara layıktı. Hırsız mı? Bakma sen herkes hırsızdı. Hem ne demişlerdi: Devletin malı deniz yemeyen domuz. Bahçeli’nin sözünü ettiği fanus esasen kavanoz dipli dünya demek değil miydi? Ne güzel şarkıydı o öyle:
 
Ah felek zalim felek
 
Kime ceket kime yelek
 
Herkese kavun yedirdin
 
Bana da yedirdin kelek
 
Bu arada, yahu, şu Survivor nasıl da solukları kesmişti. Survivor, kavanoz dipli dünyanın küçük bir özetiydi valla. Ya futbol? O da. Top zaten yuvarlak değil miydi? Nani Türkiye’ye gelmişti. Ajda Pekkan, hür doğdum hür yaşarım diye bir şarkıyı kanımıza zikretmiş, sonracığıma, yani bir zamanlar devletimizin özel uçağıyla Somali’ye, yoksullara yardıma gitmiş ve geçenlerde ‘erkekler aldatır’ demişti. Hava sıcaktı ve tatil yakındaydı. Hem perşembe günü de resmi tatil ilan edilmişti. Oh be! Sahi ne güzel şarkıydı, şu kavanoz dipli dünya, ah ulan ah, kimine urba giydirmişti, kimine yırtık bir yelek.
 
Peki ya çocuklar? Onlar da neşeyle suya atlamaya ve bir taraflarında ekmek diğer taraflarında yenice sayılabilecek mavi, lüks mağaza torbasıyla (o da bir anda peydahlanmıştı) yüzmeye, kulaç atmaya ve eğlenmeye devam ettiler.