Komiser Kolombo

Şimdilerde hangi çocuk CSI’daki kahramanları taklit ediyor bilmiyorum ama kendi yaşıtlarımla Kolomboculuk oynadığımızı çok net hatırlıyorum.

Bu yüzden Kolombo’nun ölüm haberini okuduğumda şöyle düşündüm: ‘O da gitti. Sanırım onunla birlikte benim kuşağımın çocukluğundan bir parça daha koptu.’ (yaşlanma emaresi, hiç itirazım yok.)

Komiser Kolombo, o buruşuk pardösüsüyle ‘son küçük bir şey daha vardı’ deyip cinayeti ışık hızıyla çözerken, yıl yetmişler filan, Türkiye gibi bir diyarda ne çok hayran toplamıştı. Kendine özgü bir tekniği vardı, cinayeti anlar, ölçer biçer ve sonucu bize sunardı. öyle ki ‘Kolombo tekniği’ adıyla ABD’deki polis okullarının terminolojisine girmeyi bile başardı. Dağınıklığın arasından pırıldayan bir merak öbeği, orta sınıflığından utanmayan, tam tersi o sınıfsallığıyla göz kamaştıran içten bir görev aşkıydı onunkisi. Ve kuşkusuz tam da bu yüzden iz bırakırdı. Şimdilerde televizyon ekranındaki birçok polisiye dizide ‘yok yok’ tekniğiyle hormonlu, sınıfsız bir biçimde çözülen cinayetleri belki de o yüzden bizsiz bir rüyada gibi, huşu içinde izliyoruz. Bir şeyler eksik sanki…

Halbuki her şeye muktediriz, her şey tastamam! DNA’lar tamam, en ince ayrıntısına kadar adli tıp raporları, şunlar bunlar. Her şeyin kontrol altında olduğu, olabileceğine dair verilen mesajlar ve tetikte bir şimdiki zaman, filtreler, yakın uzak çekimler, müthiş kovalamaca sahneleri. Ama yine de bir şeyler eksik! Hani her şey vardı! Belki asıl neden budur: Her şeyin eksiksiz olması! Yerli yersiz edilen özlü sözler, silahlar… Hele silahlar. Oysa Komiser Kolombo silah bile taşımayan ve sürekli olarak karısından bahseden kendi halinde bir polisti. Komik görünmek için havada uçuşan komik sözler sarf etmesine gerek yoktu, haliyle tavrıyla zaten kendine özgü bir komikliği vardı. Dağınık gibi görünen ama işini iyi yapan, adaleti arayan bir polis. Ne o, ne de bir türlü göremediğimiz karısı bu anlamda bir tacize uğradı, şiddetin hedefi oldu. Kısacası senaryonun sıkıştığı yerde en kolayına asla kaçılmamıştı ve belki de bu yüzden yıllar boyunca ekranlardan inmemiş, kült bir dizi olmayı başarmıştı Komiser Kolombo.

Ve adı Türkiye’de büfelere, lokantalara konan o cam gözlü, hafif kambur komiser yoktu artık! Ne yazık ki aktör Peter Falk, kâinatın çağımıza, hızın içinde kaybolmuş belleklerimize armağan ettiği o işbirlikçi faili, Alzheimer’ı yakalayamadı ve ona yenildi. çağımız insanına ‘Son küçük bir şey daha var: Artık her şeyi hızla unutacaksınız!’ diyen ve çağımızın dinamiklerini ruhumuzda tetikleyen o hastalığa. öyle bir hastalığa tutulacaktınız ki Komiser Kolombo olduğunuzu bile unutacaktınız! Falk, 83 yaşında bu yaşlı dünyayı bizlere bırakıp gitti. Komiser Kolombo olduğunu bir hatırlayabilse bu işten de mutlaka sıyrılabilirdi!

***

çağımızın dinamikleri deyince aklıma geçtiğimiz cumartesi günü Müjgan Halis’in Sabah Gazetesi’nde yayımlanan Nihat Doğan yazısı geldi. Neden bu kadar unutkanız, niye şimdiki zamanın içinde ışık, ses ve hız zerrecikleriyle tozutmuş bir haldeyiz, ‘Nihat Doğan doğulur mu, yoksa olunur mu?’ gibisinden yaşadığımız toplumsal katmanlı bilinmeze ve çelişkiye kallavi bir parantez açılmış yazıda. ‘Kimiz ve kimi, neyi bekliyoruz Allah aşkına?’ sorusuna pek güzel yanıt olmuş yazı.

‘Gönüllerin Şampiyonu’ adlı yazının linkini veriyorum. http://www.sabah.com.tr/Cumartesi/2011/06/25/gonullerin-sampiyonu