Külle Yazmak

Bir önceki yazımda kağıdın yanmasından bahsetmiştim. Bir okurum ‘Sadece okurlar için mi yanar kağıt, peki ya yazarlar için de yandığı görülmüş müdür?’ diye sormuş.

Elbette! Bu tuhaf kültürel döngüyü düşündüğümüzde yazarlar için de kağıdın yanmış olduğunu çok net bir şekilde teslim edebiliriz. üstelik sadece Türkiye’de değil, hemen hemen bütün dünyada kağıdın düşünceyle kurduğu bağ sorunludur artık.

Nasıl mı diyecek olursanız anlatmayı deneyeyim.

Perşembe günkü yazımda değinmiştim: Ray Bradbury’nin kitabında işaret ettiği insan tipi, televizyonun onlara sunduğu ‘algıyla’ yaşayan insandı. Hiç kuşku yok ki Bradbury bunu bir metafor olarak kullanmıştı. Yani televizyon insan zihnini ‘oyalayan’ bir simgeydi bu kitapta. Bugünün kültürel dinamiklerine baktığımızda ise bunun çok çeşitli katmanlarını görebiliriz. Okullar, değişen müfredata rağmen değişmeyen kafa yapısıyla kurgulanan gelecek fikri, siyasetin eğitime düşen rengi, medyanın sağduyusuzluğu, ezberciliği körükleyen yanı, tarihin resmi dili vb. Kısacası, algının ‘aynılaştırılmasına’ yönelik adımlar.

Şimdi diyeceksiniz ki, ‘algının aynılaştırılması’nın ne türden tehlikeleri olabilir? Ne olur ‘aynı’ ya da ‘benzer’ şeyleri düşünsek ve bir an önce huzura ersek? Korkarım, ‘huzur’ bu şekilde biz insanları bulacak bir kavram değil. Sistem için ideal, insan içinse hazin bir ‘sondur’ bu. Neden derseniz ‘algının aynılaştırılması’nın gerçekleştirildiği bir dünyada hayal ve hayal gücünün davet edebileceği bütün alanlar tutsaklaşır ve ‘yanlış’, ‘kötü’, ‘eski’, ‘işe yaramaz’, ‘beyhude’ olarak algılanabilir.

Sanatın parayla ilişkilendirilmesinin had safhaya ulaştığı bu zamanlarda okurumuzun sorduğu soruyu düşünmek önemlidir; yani olup bitenleri bir de yazarın ya da sanatçının durduğu yerden anlamaya çalışmak. Başta kitap olmak üzere hayal gücünü fişeklemesi beklenen sanat ürünlerinin artık neyi fişeklemekle ‘yükümlü’ olduğu sorusudur bu. Bu ‘sorumluluğu’ kimin nasıl üstlendiği, kimlerin ‘miş’ gibi yaptığı, kimlerin yapmak durumunda kaldığı, kimlerin kendi yöntemleriyle hâlâ direnmeye çalıştığı, kimlerin direnmediği halde direniyormuş gibi gözüktüğü… Doğrusu beni burada tek ilgilendiren, bu savrulmaya direnmeye çalışan insanlar ve bu insanların yapıtlarıyla bize anlatmaya çalıştıklarıdır. Kısacası artık kağıtla değil onun külleriyle yazanlar!

‘Bu ne umutsuzluk böyle, küller sadece ah vah edebiyatı yapmak için değil midir?’ diye soranlara ise ‘ne umutsuzluğu yahu!’ deyip külün bir başka işlevini hatırlatmak isterim: Kül ‘temizler’ ve ‘arındırır.’

Bugün okurdan yazarına, gazetecisinden şirket patronuna, çalışanından emeklisine ‘her şey paraya dönüşmeli’ mantığı hemen hepimizi esir almış durumda olsa da hayal gücünün kendisine yol bulma olasılığının ve bu olasılığın yaratabileceği ‘külden yapılma umut’un bana bu satırları yazdırdığını bilmenizi isterim. Umut yok diyen karamsar arkadaşlarıma ise ‘umut her zaman vardı ve hep olacak’ demek konusunda ısrarcıyım. Yeter ki içimizdeki ışığın çekip gitmesine izin vermeyelim, çocukluğumuzdaki o ışığın masumiyetle kurduğu telkari ipin koparılmasına göz yummayalım!

‘Barış, barış’ diyoruz ya asıl barış o zaman gelecek işte. O ışık bizimle buluştuğunda.

***

Neredeyse onunla büyüdük… 32. Gün’ün muzip mimarı Mehmet Ali Birand çalışırken, sevdiği işi yaparken aramızdan uçup gitti. Bir insan bundan başka ne isteyebilir ki? Başımız sağolsun.

***

Hrant Dink için de bir cümlem var: Bir gün bu topraklarda özlediğin barış gelip bizi bulacak! Kim ne derse desin akan su yolunu bulacak.