04/07/2016
Bir bayram yazısı yazmak için zorlayıp duruyordum kendimi. Sonra Berna Kuleli ta Çin’den bir fotoğraf gönderdi bana. Yarım asırlık arkadaşım. Atatürk Havaalanı’ndaki patlamadan bir gün sonra gözyaşları içerisinde ‘biz böyle bir kent, ülke ummamıştık’ diyerek bir iş gezisinin mecburiyetiyle apar topar gitmişti.
O giderken geride ne kaldı sorusu ise bakiydi. Köprünün açılışındaki netameli coşku, Rusya ve İsrail’le yapılan ‘eniştem beni niye öptü’ anlaşmaları, bakanların bizim mahalledeki hayta çocukların ettiği laflardan öteye geçmeyen laflarını da saymazsak günleri dolduracak bir tek güzelim bulutlar kalmıştı geriye. Marmara’nın gökleri, son bir haftadır duymak istediğimiz ne kadar çehre varsa hepsini sima sima sıralıyordu karşımızda. Gençler, çocuklar, güzellerden örülü çeşit çeşit bulutlar, çeşit çeşit öyküleri usulca semaya tutuşturuyor; şu ara nefessiz kalışımıza kâh epik bir şiir, kâh epik bir tiyatro halinde andante kıvamında cevaplar veriyor, muhtemel ki içimizin karanlığına kendi halinde bir arınma vadediyordu.
İlk önce bunları anlatayım diye düşündüm. Örneğin Reks Sineması’nın üzerinde ağlayan bir bulut vardı diye bir yazı kaleme alabilirdim. Atatürk Havalimanı’nın oraya doğru uzayıp giden duman renkli bir çocuk bedeni gördüm, uçuyordu, diye de yazabilirdim. Ancak, ne olursa olsun hepsi de çok hüzünlü yazılar olmaya gebeydi bunların. Yazar arkadaşım Seray Şahiner’in bir buluşmamızda dediği gibi ‘çok büyük bir cenazeevinde’ yaşar gibiydik zaten. Ve ben umuda açık, köprüsüz, kıyametsiz, kendi halinde bir ‘bayram’ yazısı yazmak istiyordum. İnatla.
Üç günlük bir iş gezisinden, eskimeyen arkadaşlarımdan Berna’nın lotuslu mesajı bu yüzden çok anlamlı geldi. Berna Çin diyarında Karadeniz’in çay, Akdeniz’in pamuk tarlalarına dalar gibi lotus tarlalarına dalmış, fotoğraflar çekmiş ve lotusu lotus kılan ne varsa oturup seyrine dalmıştı. Ruhsal uyanışı temsil eden yanıyla, bir insanın ulaşabileceği en manevi aydınlanmanın işaretini taşıyordu lotus. Çamur ve karanlığın içerisindeki köklerinden büyüyordu büyümesine ama bir yandan da saflığın ve duruluğun çiçeği oluveriyordu. Kısacası lotusta karanlık, aydınlanmanın fişekleyicisiydi. Karanlık, gölge ve çamurla büyüyor ve mucizevi biçimde aydınlanmanın, zihnin saflığının, dinginliğin, merhamet ve şefkatin, bilgi ve bilgeliğin temsilcisi olacak duru renklere bürünüyordu. Velhasıl, karanlıktan sonsuzluğa doğru uzanan bir yolculuktu lotus!
Karanlık konusu… Bunu fazla abartmamam gerektiğini yine Berna’nın mesajlarıyla teyid ettim. Çinliler lotusların ‘karanlık’ kökünden tadı turba benzeyen turşular yapıyorlar ve sonra afiyetle yiyorlarmış!
Ne yalan söyleyeyim karanlığın kökünden turşu yapıp yeme fikri lotusun muhteşem varlığından da cazip geldi!
İyi bayramlar.