Meçhul Gençler

Cezaevlerindeki açlık grevini endişeyle takip ediyorum. Yaşamın bu kadar kolay, bu kadar vazgeçilebilir olduğu bir coğrafyada yaşadığıma bir kez daha isyan ederek.

***

Kasım’da ilginç bir film vizyona girecek. ülkemizin utanç yüzlerinden biri olan F tipi cezaevlerine karşı gencecik insanların girdiği ölüm oruçlarının ‘serüveni’ni anlatan bir film bu. Birçok ödül kazanmış. Adı ‘Simurg’. 14 yıllık bir süreci anlatan, gerçek kişi, mekân ve olayların yer aldığı bir belgesel olduğu da söylenebilir. Filmi kotaranlar bunun ‘bir insan hakları’ hikâyesi olduğunu belirtiyor.

Filmin kısacık tanıtım parçası bu insanların ‘tutulduğu’ Wernicke Korsakoff sendromunu yeniden düşünmemizi söylüyor. Beynin B1 vitamini eksikliğinden doğan bu hastalık, insanda ne geçmiş bırakıyor ne de gelecek. Şimdiki zamansa 3 yaşındaki bir çocuğun algısıyla yaşanan bir zamana dönüşüyor. Tetikleyici birçok nedeni olsa da ülkemizde neredeyse ölüm oruçlarıyla adı anılan bir hastalık. Demokrasi karnemizdeki bir leke olduğu da söylenebilir.

Tarihimizde cezaevlerinde yaşanan utançlardan sadece biri bu. Cezaevine girenleri bir de cezaevinde ‘cezalandırmayı’ kendine şiar edinen sistemin o itici gerçeğinden sadece bir bölüm.

Peki bu ve benzer olaylardan bir ders çıkardık mı toplum olarak dersiniz? Sanmıyorum. İnsanların insanlıktan çıkmasına pirim veren bu işleyişin gölgesi üzerimizde dururken cezaevlerinde yaşanan dramların sonu gelmediğine göre, hayır hâlâ aynı yerdeyiz; belki çok daha gerilerde! Kimimiz ‘oh olsun’ demekle meşgul, kimimiz ‘bana ne’ demekle. Oysa bu hepimizi ilgilendiren bir gerçek. Cezaevlerinde yaşananlar bir toplumun gerçek dinamiğini ele verir çünkü.

Her şey bir yana cezaevindeki nice genç insanın, yaşananlar sonunda ‘suç ve suçsuzluk’ kavramlarıyla bambaşka bir yüzleşmeye girdiğini, yaşadığı karabasan yetmezmiş gibi yeni ifritlerle başa çıkmaya çalıştığını ve genellikle bunlara yenik düştüğünü biliyoruz. Yaşamın bu zalim gerçeğini genç omuzlarında bir de cezaevinde yaşamak onları tümden yitirmek anlamına geliyor. Burada hiçbir etnik farkı dillendirmiyorum, dillendirmeye gerek bile duymuyorum. Beni öncelikle onların ‘genç’ oluşları, her şeyin ‘çok’ başında oldukları ve onlara bir yaşam borçlu olduğumuz gerçeği ilgilendiriyor.

Onlara yaşam borçluyuz, evet. Bu genç insanlara gençliklerini yaşatamadığımız, yanlış ve doğruların bedelinin ölüme giden yol değil, yaşama akan bir serüven olduğunu aktaramadığımız, anlatamadığımız, buna cesaret edemediğimiz, ezberlere, iktidar sözcüklerine, bahanelere sığındığımız için. Gerçek suçun bu olduğunu kabul edemediğimiz için belki de.

Ne tuhaf değil mi, bu ülkede failler meçhul değil, meçhul olan genç insanlar. Asıl onların geleceği meçhul. Bunu ne zaman fark edebileceğiz dersiniz?

***

Kemal Tümerkan adlı okurum, Felix’in atlayışı ile ilgili ‘Uzaydan Dünyaya Bakmak’ adlı yazıma ilginç bir yorum getirmiş. ‘Ben daha da uzaktan dünyaya bakmaya çalışacağım’ diyor ve ‘ütopya neden var?’ diye soruyor. Sorusunun yanıtını da vermiş. ‘Bir kişinin gücü, diğer insanların tümüne hükmetmeye yetmediği için.’ diyor. ‘Gücü yetmeyen insan madem gücüm yetmiyor, öyleyse taviz vereyim ama herkes de taviz versin der. Yüzde yüz güven mümkün olmadığı için insanlık tarihi bu gizli anlaşmanın dengeye gelme çabasıdır.’

Kendisine bu yorumu için teşekkür ediyorum ve sormadan da edemiyorum: Yüzde yüz güveni ‘karşılıklı’ nasıl bulabiliriz?

Peki ya sizler ne dersiniz?