18/06/2017
‘Boş yüceliklerin en devasasının devlet olduğu öğrenildi.’
Dilimizin en yetkin yazarlarından biri olan sevgili meslektaşım Behçet Çelik ‘Kaldığımız Yer’ adlı kitabındaki bir öyküde (Alavüsata) bir mektuptan bahseder bize. Zamanında komünistlikten içeriye düşmüş bir yüzbaşının üç aylık bir mahpus öyküsünden yola çıkarak iki buçuk yıldır içerdeki genç bir insana yazdığı bir mektuptur bu. Dünden bugüne, neredeyse Vüs’at O. Bener’den şimdiki zamana bir mektup!
‘Anlam aramanın, anlam bulduğunu sanmanın en çok yanılgı ya da avuntu olduğunu her geçen anda daha derinden duyup anlayarak sürdüğüm bir ömrün ardından’ diyerek yazılmaya başlar satırlar.
Mektupçumuz (ona böyle demek istedim) on iki yıl süren levazım subaylığının ardından bürokraside dirsek çürütmüş, istatistik çeteleleri tutmuş, ardından avukatlıkta karar kırmış hayat vurgunu biridir.
Bu vurgun hali devam ederken, mahkemeleri bir müsamere olarak görür, onlara ‘temsil’ der. Sadece üç aylık mahkeme sürecinden sonra çıktığı duruşma için de ifade etmez bunu. ‘Yıllarca avukatlık yaptım, ordudan ayrıldıktan sonra, çıktığım her duruşmada bu kanaatim perçinlendi. Yargılama dedikleri bir müsamere’ demekte ısrarcıdır.
Kendini ele verenle yıllar sonra Ankara’da bir meyhanede karşılaşırlar. O anı yıllarca belleğinde özel bir hanede tutmuştur bizim mektupçu. Tutmuştur tutmasına ama zaman denilen engebeli arazi, beklentilerini savurmuş, yıllara yayılan rüzgarlar öfke ve kinini törpülemiştir. Hesaplaşma dediği ise, o kişiyle karşılaştığı bu anda eriyip gitmiş, içler acısı bir buluşmaya temas etmiş, karşısındakinin ‘zavallılığı’, ortak ‘zavallılıklarına’ dönüşen bir buruklukla meyhanenin sergüzeştliğine hakim olmuştur.
‘Geçmişte kalmış acıların hayaletleriyle boğuşmak, yaşanırken bitmez sandığın sıkıntıların kâbuslarıyla didişip durmak yerine, onları yaşandıkları anda bırakma cesaretini gösterdiğinden eminim -ben de yapabilseydim bunu, bir şeyler değişir miydi?’ diye sorar mektupçumuz. Hayatın engebeli yolları arasında kaybettiklerini bulma çabasını hissettirir, hatta yazmanın en temel kanunlarından biri olanı da itiraf eder: ‘Sana mı kendime mi bir şeyler söylemeye çalışıyorum?’
Yine de şundan emindir -kendisi için geç kalmış olsa da:
‘Canım kızım, yaşamasızlığın tek çaresi yaşamak oysa, ötesi yok. Yaşamana bak. Seni yaşamasızlığa mahkum etmeye çalışanlara inat, koru muannitliğini yaşamada.’
Ve bir şey daha (ki bu yaşanmamışlıklara, yok sayılmışlıklara dair olan yüzleşmelerin en önemlisidir):
‘Senin gibi olmayanların ateşlerine, acılarına uzattığın elin, canım gülüşüne sinmiş bitimsiz umudun yalnızca yaşayanlara, yanında yörendekilere, dokunduklarına değil, ölmüş gitmiş olanlara da ışık tuttuğunu asla aklından çıkarma.’
Behçet Çelik’in kitaptaki ‘Lori… Lori…’ ve ‘Estağfurullah Asker’ öykülerini de benzer bir tatla okuyacağınıza eminim. Elbette Can’dan geçtiğimiz ay yayımlanan kitabı Yolun Gölgesi’ni de.
Şeffaf olanın sadece ve sadece birer boşluktan ibaret olduğu günümüzde, böylesi ‘mektupların’ karşılığının, edebiyatta yer buluyor olması günümüz edebiyatının bambaşka bir tespite gebe olduğunu haber veriyor bize. Bir şeylerin durmadığının, durmayacağının, durdurulamayacağının.
Kılıçdaroğlu’nu adalet yürüyüşünden ötürü içtenlikle tebrik ediyorum. Aradığımız muhalefet budur Sayın Genel Başkan. Yollar… Yürümekle aşınır; ve neler neler aşılır.