Milyonlarca Kuştuk

Candan Erçetin’in yeni albümüne adını veren şarkısının adı bu. Söz ve müzik kendisine ait. Eski bir Erçetin hayranı olarak zevkle dinledim yeni şarkılarını. Sesindeki tınının çok yaraştığı ‘Yağmur’u ise ayrı sevdim. Yaşamın katmanlılığını son derece sade bir dille anlatıyor orada. Huzur bulamayan ruhlar için bir tür dua olarak bile dinlenebilir. Toprak kokusunu duyabileceğimiz bir yağmurun arındırıcı bereketi bu. Yağmur yağdığı zaman böylesi bir bereketin sadece insanlar için değil yaşamdaki tüm canlılar için yağdığını düşünerek dinledim şarkıyı.

Nedense bu şarkıyı dinlerken yağmurlu bir sonbahar akşamına döndüm. O zamanlar Beyazıt’tan, Eminönü’ne gitmek, deveye hendek atlatmak gibi bir şeydi. Uzun müddet bir konserve kutusunu andıran otobüsün içinde, diğer yolcular gibi beklemiştim. Bu arada dışardaki yağmur hızını iyice artırmış ve bizleri içerinin havasızlığına, bir tür çaresizlik girdabına hapsetmişti. Sonunda şoför dayanamamış, içerdeki yolcuları ‘ben yandım bari siz yanmayın’ diyerek salıvermek istemiş, kapıları pattadanak açmıştı. Ama çoğu yolcu, umulanın tersine ‘görmüyor musun be adam dışarıyı?’ diye şoförün isyanını mat ederek içerde beklemeye devam etmişti. Orada, o eski ve rutubetli ortamda beklemenin yaşamlarında hiçbir anı riske atamayacağını düşünüyorlardı. Ancak şunu henüz bilmiyorlardı: İlerlerde büyük bir trafik kazası olmuştu ve trafik uzun müddet, hiç açılmayacak biçimde kilitlenmişti.

Şoförün aklına uyup o deli yağmurun ortasına düşen üç dört kişiden biri de bendim. Yolcuların şaşkın bakışları arasında o yağmurun ortasına düşmüş, düşer düşmez koşmaya başlamış ve iki dakika içersinde sırılsıklam olmuştuk. O noktada kendime kızdığımı hatırlıyorum. ‘Ne vardı sanki yollara düşecek, akşamın bu vaktinde sırılsıklam olacak!’ gibisinden laflar işte… Bir süre sonra ise çok ilginç bir şey oldu. Erçetin’in şarkısında söylediği gibi bir şey. O yoğun egzos kokusunun arasında Gülhane Parkı’nın oralardan gelen taze bir toprak kokusuyla irkildim. Eminönü’den gelen vapur sesleri filan derken tarifsiz bir ferahlığın kirpiklerime kadar yürüdüğünü fark ettim. Yürüdükçe açıldım, açıldıkça yürüdüm. Tenha olacağını tahmin ettiğim yol, giderek kalabalıklaştı, şen bir buluşmaya dönüştü. Paçaları sularda gezinen, saçı başı sırılsıklam olmuş nice insanla tuhaf bir ortaklığa, farklı bir eğlence ve enerjiye, kısaca ilginç bir yol hacılığına bu sayede imza atmıştık. Yol boyunca birer enkaza dönmüş otobüsleri ve içinde kala kalmış insanları çalımlayan ıslak adımların sözleşmesiydi bu!

***

Bugün demokratikleşme paketi açıklanacak. Öyle bir süreçten geçiyoruz ki ya tıkış tıkış havasız bir otobüsün içinde güya korunaklı bir halde, teneke bir konservenin içinde gıdım gıdım yaşamaya devam edeceğiz ve birbirimize öfke kusacağız; ya da bir hamle yapıp dışardaki bilinmeze, yağmura bırakacağız kendimizi.

Şunu bilmek gerekiyor ki ıslanmadan değişim olmaz, yol kat edilmez. Değişimi ve yolu göze almak gerekiyor. Ne olursa olsun yer değiştirmeyi, bakış açılarımızı çeşitlendirmeyi göze almak. Yolun kendisinin bir değişim olduğunu bilmek. Evet ıslanmak da… Yolu anlamanın, yola ait olmanın, yoldakilerle hemhal olmanın tek yolu bu.

Hamama girip terleyeceğiz. Çoğulcu demokrasi, özgürlüklere ve yaşama saygı, ifade özgürlüğü, insan hakları, hukuk önünde eşitlik, polis devleti olmaktan vazgeçmek, totaliter zihniyetlerden arınmak, iktidar dilinin yozluğundan ve düşmanlaştırıcı dilinden kopmak, basına sansür uygulamamak, tüm farklılıkları gözeterek hepsini eşit bir mesafeden kucaklayabilmek, rant kültüründen vazgeçmek vb… Ön şartlar bunlar.

Aksi takdirde aynı tas aynı hamam.

***

Kıymetli editörlerimizden Aytekin Hatipoğlu önceki gün annesini yitirdi. Başınız sağolsun.