Nafia Yenge

Göçler ve göçler için, yüreklerden çalınanlar için çalınan aynı nakarat için.

Aileye giren ilk ve son Arnavut gelindi. Gençliği kibarlık ve zerafetti. Kısıklı’daki o büyük, tahta ev, üst katlarından Boğaz’ı ve Marmara’nın engebeli renklerini içeriye davet ederdi. O, bahçedeki kuyudan eve su taşıyan, kendi oğul ve yeğenlerine taze yumurtalar kaynatan, yaşlı anasına bakan ve evi çekip çeviren incecik belli, esmer güzeli Arnavut yengeydi.

Onunkisi yıllarca, yıllarca önceki bir göçtü sanki. Hafızalardaki göçü ise daha çok kansere yenilmesiyle bu dünyadaki faniliğini ardında bıraktığı zaman yerini buldu. En büyük göç, hala ve hepimizce karanlığın en karanlık tanımı, sonların en hası olan ölümdü çünkü.

Ölümden beterini yaşamıştı oysa; çukura kaçmış gözleri öyle derdi.

Rüyaları ve o: Çocukluğum hızla geçti masallardaki gibi, o zamandan hatırladığım komşularımız vardı; çıfıttılar galiba.

Gayr-i mübadil nüfus kayıt defterlerine bak benim için ve beni hatırla. Ben o yirmili yıllardaki göçün insanıyım. Şkipni. Bu kadar işte. Yersiz yurtsuzluk ulus tanımaz. Yok, yok tam da böyle değil aslında. Belki de en çok yerlilik ve yurtluluk göçte adını kulaklarımıza fısıldar; savaşta Allaha olan inancımızın katmerleşmesi, olmayacak olana inanmak gibi: Yaşamam tamamen bir mucizeydi. Yıllarca sonra kansere ayağım takıldı. Gözlerimden bir damla yaş bile akmadı. Ölümün hududundayım, dedim kendi kendime, sonrasında pek de aldırmadım bu hayatın önündeki pek de önemli bulmadığım hariçten yenilgime.

Bizce: Kısıklı’daki o eski eve yakışırdı Nafia Yenge. Oradan oraya taşıdığı Anadolu’luğu İstanbul’da son buldu. Gelin oldu, anne oldu, yenge oldu, azınlığı saklı bir kadın oldu.

İstanbul’a göçmeleri ellili yıllara rastlar. Onun kendi halkını ve yaşadığı masalları ağzına aldığını bir daha kimseler duymadı. Sonra bir sabah vaktiydi; gür beyaz- siyah saçlarını tarıyordu. Üstünde beyaz bir gecelik, geceliğin robalarından biri boş bir sepet gibiydi artık. Hastaydı; bu sancılara açılan bir kapı demekti. Sancılıyken hayat çok berbattı. Ağrı kesiciler ve etkilerinin insana biraz huzur ve zaman veren süresini özlemeye ve hatırlamaya ayırmıştı. O an hava o kadar temiz, sabah o kadar erkendi ki dayanamadı sırtına bir hırka alıp yayvan tahta merdivenlerden ağır ağır indi. Hurma ağacının kenarından geçip geniş bahçeye çıktı. Başını göğe kaldırıp dallarının arasından yüzüne inen güneşi selamladı.

Hızla geçen çocukluğunun böylesi bir sabah sonrasında gün ve gecelerce süren çamurlu, zahmetli uzun bir yol olduğunu hatırladı. Hızla geçen çocukluğunun sütten kesilmiş analar, yaşlarına yenilen nineler, gün yüzü görmemiş bebekler olduğunu hatırladı. Hızla geçen çocukluğu, yazılı resmi tarihlerin kin, güç ve kan kokan, barut ve ateş kokan gerçekliğine inat bir unutuştu. Gözyaşlarını, çaresizliği, kimliksizliği hatırladı. Hatırlayışların yeni unutuşlar, unutuşların yeni yaşamlar olduğunu, ah bedelli yaşamlar, diyerek. 

Sonra gidip mimoza ağacının altına oturdu, bekledi.