Namus!

“Namusum temizlendi mi diye sorarsanız, hayır, daha da kötü oldu. Birincisi katil oldum, ikincisi öz annemi katlettim. üçüncüsü bütün çevremi kaybettim. Dördüncüsü ahiret denilen yerde yerimin neresi olduğu meçhul. Bunu Allah bilir ama büyük ihtimalle yerim cehennemdir!”

Bu sözler annesini gayrimeşru ilişkisi yüzünden öldürmüş birine ait. Ayşe önal’ın daha önce İngilizce basılan, şimdiyse İstanbul Kültür üniversitesi Yayınevi’nden çıkan “Namus Cinayetleri” adlı çalışmasından. önal, bu kez cinayetlerin öteki kıyısına yöneltmiş mikrofonunu. Namus cinayeti hükümlüleriyle konuşmuş. Vicdanlı bir gazeteci olarak onların cinayete nasıl yönlendirildiğini anlamayı kendine iş edinmiş. Sonuçta ortaya bir yapbozun eksik kalmış parçaları çıkmış. Suç denilen kavramın kökünde nelerin yattığını anlayabilmemiz için saatlerce süren mülakat ve buluşmalardan sonra keşfedebileceğimiz bir başka kıyının daha mevcut olduğunu ortaya çıkarmış önal.

“Dindar mısınız?” diye sormuş bir yerde annesini öldüren kişiye. Sonra bu soruyu sorduğuna kızmış kendi kendine.

“Huzursuz olmayın” diye yanıtlamış karşısındaki onu. “Bu soruyu, dindarlığım neden cinayeti işlememe mani olmadı diye sorduysanız cevap vereyim. Ezik birisi için toplumun suçlayan yargıları dinin emirlerinden daha etkileyicidir. Benim bu işi niye yaptığımı sanıyorsunuz? çok gururlu olduğum için mi? İzzeti nefsine çok düşkün olduğum için mi yaptım? Hayır en büyük sebep, bu sırrı bilen insanların dillerini tutmamaları, ağızlarını kapatamamalarıydı. Adam gitti namusunu temizledi desinler diye yaptım!”

Ayşe önal cezaevinden cebinde bu ve buna benzer ağır hikâyelerin yüküyle ayrıldığında, ardında çok yalnız, çok günahkâr ve çok pişman birilerini bıraktığını bildiğini söylüyor. Ve soru sormaya devam ediyor.

“Biz ne yapalım’ diye sordum ona. ‘Biz öleni için de, öldüreni için de bir felaket olan bu kâbusu önlemek için ne yapalım?’ dedim ona kederini yürekten paylaştığımı hissettirerek.

‘Kafa yapısı değişmediği sürece cezalar ne kadar ağır olursa olsun ki yeni ceza kanunu çok ağır, yaptırımlar ne kadar ağır olursa olsun bu olaylar devam edecektir. çünkü olayı yapan insanın, olaydan sonra karşılaşacağı büyük yalnızlık ve kişisel felaketi hakkında bir bilgi yok. Kafasındaki tek şey, bu icraatı yaptığı zaman bütün çevre tarafından namusunun temizlendiğinin kabul edileceğine dair inancı!’”

***

Kitabın ilk basımı 2008 yılına ait.

Bu arada namus cinayetleri hız kesmeden devam etti, kimler geldi kimler geçti, neler neler yaşandı! Bugünse Gülay Armağan’ın davası görülecek üsküdar’da. Gülay kim mi? Gülay kocasının ağbisi tarafından iki yıl boyunca tecavüze uğramış bir kadındı. Olay ortaya çıkınca kocası boşanma davası açtı. Davanın hemen ardından da Türkiye’nin kadersiz kadınlarının akibeti gerçekleşti. Kocası Gülay’ı baltayla, kafasına vura vura öldürdü. Böylece ne menem bir şey olduğunu anlamakta zorlandığımız namus bir kez daha “temizlenmiş” oldu! Ve bizler bir kez daha toplum olarak böylesi bir temizlik karşısında bir parça daha kirlendik. Asıl bu işin kökeninde yatan şiddetin toplumsal dokudaki yarıklar olduğunu unutarak. çocuklarımızı, gençlerimizi, kendimizi saplantılarla, zihne ve ruha geçirilen kafeslerle soluksuz bıraktığımızı yok sayarak. Namusu kadın bedeniyle özdeşleştirerek, buna sapkınca inanarak. Birbirimizi öldürmeyi sevmekten daha önemli, daha elzem, daha inandırıcı sayarak.

Henüz 36 yaşında bir kadındı Gülay ve iki çocuğu vardı.

Gülay gitti, kocaya dava açıldı, savcı koca için “haksız tahrik” indirimi istiyor. İki çocuk geride. Nereden bakarsanız bakın herkesin kaybettiği bir dava daha. En çok da kadınların. Yaşam yolculukları bir kelebeğinkine dönüştürülen kadınlar. Bugün var, yarın yok olanlar. “Toplumsal namusumuzu” bir külçe gibi yüreklerinde, zihinlerinde, bedenlerinde taşımak zorunda bırakılan kadınlar.