Ne tür bir kent istiyoruz?

ünlü sosyal bilimci David Harvey’in konferansının ardından kafamızda belirmiş olan ‘Ne tür bir kent istiyoruz’ sorusu sadece İstanbul’u değil, hemen hemen bütün illeri ve elbette bu illerdeki sistemin işleyiş biçimlerini de tekrar düşünmemize yol açtı. Harvey’in bu sorusuna paralel biçimde geliştirdiği kentsel bir örgütlenmenin ve buna bağlı olarak, olup bitenlere ortak bir ses çıkarabilmenin mümkün olup olmayacağını sormaya başladık.

***

Bu paragrafı yazdıktan sonra cumartesi günü bindiğim taksiciyle olan diyaloğumuzu hatırladım. (Monolog da denebilir.)

Kadıköy’de cezaevindeki öğrencilere destek için bir yürüyüşün yapıldığı, TMK (Terörle Mücadele Kanunu) ve öYM (özel Yetkili Mahkemeler)’nin protesto edildiği gündü. Taksi şöförü kısa bir süre sonra bana dönüp yüzünü ekşitir bir biçimde şu cümleyi sarf etti:

– Abla sen burada in istersen, Kadıköy’de yine bir haller var!

Hiç sesimi çıkarmadım. Biraz daha gittik. Yine aynı cümle.

‘Yürüyorlar, demek ki memnun değiller bir şeylerden’ diye mırıldandım. O ise benim bu sözlerimi bekliyormuş meğerse!

‘Memnun değilseler bassın gitsinler bu ülkeden!’ dedi. ‘Onların bu saçmalıkları yüzünden ekmek paramızdan oluyoruz!’

Aramıza Haziran gününün erken bastıran kurak yaz sıcağı ve arabaların gereksiz kornalarıyla birlikte ‘bir sakız çiğnersem belki açılırım’ duygusu o sırada girdi. Küçük, ferah bir mola özlemi de denebilir.

O ise bunu bir yenilgi olarak kabul etmişti besbelli.

‘Sen burada in abla, in!’

Bir inat bulutu sindi üstüme. ‘İnmeyeceğim’ dedim kendi kendime.

Aynadan bakıştık.

O sırada milim milim ilerlediğimiz trafikte yanımıza bir başka sarı araba daha yanaştı. İnsanın kendini durduk yere suçlu hissetmesi için bir sürü cümleyi de o taksici sıraladı.

‘Kadıköy delirmiş yine! Yine yürüyorlar. Bıktık bunlardan bıktık.’

‘Her şeye isyan!’ dedi benim taksi şoförü. Yine aynadan bana bakıyordu. ‘Bunları otobüslere bindirip sabahtan kapatacaksın bir stada, orada bağıracak çağıracaklar, akşam da evlerine dönecekler! Maksat bağırmak olsun. Bağırır bağırır susarlar! Herkes de rahat eder.’

Bu fikir çok tuhaf geldi o zaman. İçinde nefes alınamayan trafiğe rağmen çok tuhaf. Bir şeyleri protesto etmenin, aynı kentte yaşayan insanlar tarafından tecrit edilmesi, dışlanması, yok sayılması, hatta aşağılanması gereken bir davranış biçimi olarak algılanması.

Yürüyorlar ve trafiği mahvediyorlar!

Yürüyorlar ve gecikmeye yol açıyorlar!

Protesto ediyorlar ve huzurumuzu kaçırıyorlar!

Bu mantığın merkezi otorite tarafından yaygınlaştırılmasını tartışmıyorum bile. Onların görevi bu zaten. Farklı bir ayrıştırma yaratarak eyleme katılmayan ‘kent sakini’ üzerinde psikolojik bir tedirginlik yaratmak ve bunu bol kepçe kullanmak.

Hatırlayalım, benzeri bir biçimde merkezin THY grevinde de yaşattığı buydu. Uçuşlar gecikti, hastalar yerlerine ulaşamadı, iş görüşmeleri zamanında yapılamadı gerekçesiyle kamuoyunu kendi tarafına çekmeye çalışan şu zihniyetin de çıkış noktası. özünde gerçekten ama gerçekten insandan yana olup olmadığını sorgulayamayacağımız bir bulanıklığın yaratılmasıyla kendine yer açan şu her şeyi kâra dönüştüren kapitalist zihniyet. O bulanıklık içersinde kimsenin aklına ‘yahu kendi elemanını bu kadar hor gören bir yapı gerçekten insanı düşünüyor mudur?’ sorusu pek de gelmedi, gelse bile yaratılan karambolde buhar olup gitti.

Evet cumartesi günü huzurumuz kaçtı.

Esasen huzurumuz kaçmalıydı.

Huzurumuz kaçmalı!

Bir ülkede gençlerin ve geleceklerinin hapsedilmesi toplumun bir bölümünü değil, hemen hemen bütününü ilgilendiren bir gerçektir. Bugün bir sürü genç haklarını aramaya çalışırken cezaevine konmuş durumda.

Burada yürüyüşçülere kızmak yerine adaletsizliğe kızmak gerekiyor. Adaletsizliğe karşı tavır almak. Huzur aranacaksa asıl bu isyanda aranmalı!

Taksi serüvenimi ise ne siz sorun ne de ben söyleyeyim!