Nehirler Akarken

İki senedir gelmemiştim.
Londra hemen hemen hep aynı. Dünyanın bütün gelişmiş ülkelerinin bütün gelişmiş kentleri gibi, en fazla bir-iki köprü, bilemedin yeni kaldırım taşlarıyla yüzyılın gidişatına mim koymaya devam ediyor. Merkezde olmanın, merkezden ses vermenin hiyerarşik keyfi bu. ‘Nasıl olsa her şey benim bulunduğum noktaya göre er ya da geç konumlanır’ duygusu. Ancak aynı zamanda da bir züccaciye dükkanına iri yarı bir fil edasıyla dalma hali de, çünkü hiçbir merkez aslında kenarda konumlandırdığı diyarların gerçek reflekslerini, çukur ve açmazlarını, gerçekte neye gebe olduğunu bilemiyor, göremiyor.
Londra’nın Thames Nehri, üzerindeki sanayi yoğunluğuyla kamburu çıkmış bir yaşlıyı andırsa da yine de tarihi yalamış ve yutmuş Thames işte. Onun seyrek kıpırtılarına bakarken kaçınılmaz olarak aklıma, yaklaşık bir ay önce seyrine doyamadığım ve bu kadim yaşında bile tarihe sahne olmaya devam eden  Dicle’nin çırpıntıları geliyor.
Thames ve Dicle, dünyanın bütün nehirleri ve dünyanın bütün insanları gibi benzer özelliklerle akıyorlar aslında. Şimdinin kıpırtılarıyla birlikte geçmişten geleceğe. Onları tek farklı kılansa coğrafyaları ve bu coğrafyaların Batılı dünya görüşüyle, merkezden, politik anlamda belirleniş biçimleri. 
Belirleniş biçimleri ki, hem de nasıl!
 Bu belirleniş biçimleri, kimlik politikalarından kültürel farklılıklara uzanan bir çizgide, değişmiyor. Bunda en etkili olansa, İslam dini üzerinden geliştirilen ‘temcit pilavı’ argümanlar. Ne yazık ki Batı’nın İslam üzerinden oluşturduğu ayrıştırmanın izleri 21. yüzyılda da yakamızdan düşmüyor. Thames ve benzeri nehirlerin üzerinden akan ekonomi hesapları Dicle’ye doğru türbülansa kapılıyor ve Batı gündeminde zaman zaman endişe yaratıyor. Heyhat! Batılı haz etmediği İslam diniyle sarmalanmış geri kalmışlığın, demokrasi yoksunluğunun, kadın hakları gaspının ‘çölünde’ bir kez daha, burun kıvırarak da olsa, yeni bir mücadeleye girmek durumunda!
Ama bir dakika yahu! 1980 ve 90’lı yıllarda bölgede kendine tehdit olarak gördüğü bütün güçleri radikal İslam’la dengelemeye çalışan aynı Batı değil miydi? (Bakınız Taliban rejimi) 
Asıl mimar  
Ne tuhaf: Dün Batı eliyle oluşturulmuş bu yapı bugün Batı’nın en korktuğu düşmanlardan biri haline gelmiş durumda. El Kaide’den IŞİD’e uzanan o çizginin temel mimarı aslında kendileri! Maçoizmden, şiddet dilinden, kadını bir araç gibi gören erkek egemen tavırlardan, velhasıl bugün bir kadın olarak yaka silkeceğimiz ne varsa, ona muktedir olan bu sistemin ivme kazanmasının temel nedeni yine Batı’nın Doğu üzerine geliştirdiği politikalar değil mi?
Bu yüzden bir İngiliz gazetecinin  ‘peki neden en çok hedefte kadınlar var?’ sorusuna, bölgede zıvanadan çıkmış bu İslami hareketliliğin en büyük hedefinin Batı sermayesi falan değil bizzat kadınlar olduğunu söylemek de zor olmuyor o zaman. ‘Tıpkı Taliban rejiminin en büyük hedefinin Afganlı kadınlar olması gibi, IŞİD rejiminin de ana hedefi kadınlar’ diyorsunuz.
Batı’nın koro olarak anlamadığı nokta tam da burası, sanırım. Onlar kendi yarattıkları bu yeni düşmanları, borsadan beslenen  varlıklarına en büyük tehdit saymaya devam ededursunlar, IŞİD ve benzerleri maçoizmden beslenen erkek egemen terörizmleriyle bölge insanının (en çok da kadınların) canına ve var oluşuna kastetmeye devam ediyorlar.