Neo-liberal muhafazakârlığın sermayeyle evliliği

Çok şeyler göreceğiz daha. Gördüklerimiz göreceklerimiz için küçük ipuçları. Yaşadığımız zaman diliminin ‘yolsuzluklar’ zamanı olarak tarihe geçmesi şaşırtıcı olmayacak besbelli. Ama hiç kuşku yok ki 10 yıllık bu sürenin insan ruhundaki bilançosunun sonuçlarını toplamak için bir 10 yıla daha sabretmemiz gerekecek.

Kazananlar ve kaybedenler

Geçenlerde bir okulda genç bir arkadaşımın konuşmamdan sonra sözü aldığında vurguladığı gerçek neydi biliyor musunuz? Söyleyeyim. ‘Bu hayatta’ dedi, ‘kaybedenler ve kazananlar vardır. Kaybedenler için maalesef üzülecek değilim.’ Aileleri zengin olan çocukların devam ettiği bir okuldaydım o sırada ve genç arkadaşımın ağırlıklı olarak kastettiğinin yoksullar olduğunu anlamak için özel bir çaba gerekmiyordu. Sonra aynı genç arkadaşım ‘Babasının da Doğu’dan geldiğini ve sıfırdan başlayarak bugünlere ulaştığını’ motora bağlanmış bir ezber silsilesiyle bana aktardı. ‘Herkes baban gibi şanslı olmayabilir’ cümleme ise yine en baştaki cevabı verdi: ‘Hayatta kazananlar ve kaybedenler vardır. Kaybedenler kaybettiklerine yansın.’

Genellemeler ürkütücüdür ama biliyorum ki o genç arkadaşım düşüncelerinde yalnız değildi. Söyledikleri bulunduğumuz salonda yankı buldu ve alkış aldı. 17-18 yaşındaki çocuklarımıza, gençlerimize son 10 yılın bilançosu olarak aktarılan üç aşağı beş yukarı böyle bir dünyaydı işte. Eğitim kadrosu ne kadar iyi olursa olsun… Gerçek çok yalındı: Güçlü ol, paran kadar konuş!

Medyasıyla, sürekli halkını azarlayan bir başbakanla, tavandan tabana yayılan ‘başarı için her yol mübahtır’ söylemiyle oluşturulan sığ gerçeğin özeti buydu işte. İnsanların kefenleriyle liderlerini karşıladığı bir ülkenin yaşamla kurabileceği o müthiş bağın sarmallandığı ve gerektiğinde bütün küstahlığıyla ‘gelmeyeyim oraya’ biçiminde karşımızda dikilen o saltanat tavrının adıydı bu.

Hayatın değişmez denklemi

Yaşamın bu olmadığını anlatmaya çalışsam da, genç arkadaşım için çok satan yazarlar listesine girememiş, dolayısıyla sözü önemsenmeyecek bir yazardan öteye gidemiyordum galiba. Belki de bu hâlimle bir ‘yazar’ bile değildim onun gözünde. En azından kendini böyle rahatlatabilirdi çünkü hayatın denklemi çok basitti: Kazananlar ve kaybedenler. Ama o genç arkadaşımı burada günah keçisi ilan edemem! Çünkü çok iyi biliyorum ki bu sığ gerçek sadece onu dayatanlar tarafından değil, toplumun hemen her kesiminden koca koca insanlar olarak ona biat edenler tarafından defalarca farklı farklı üretiliyor ve her seferinde yeni bir şeymiş gibi bizlere sunuluyor. Hemen herkes kazananın, güçlü gibi görünenin yanında olmak, onunla bütünleşmek ve kendine kestirme bir yol çizmek, pastadan pay almak istiyor. Bedeli ne olursa olsun… Özellikle kültür politikalarıyla zinciri buralarda zayıflatmak gerekiyor ama bu kimsenin umurunda değil. Çünkü ayrım çok önceden yapılmış: Kazananlar ve kaybedenler.

Dönüş yolunda düşünüp durdum. Yaşamın herkese verdiği bir cevap vardı, er ya da geç. Ama ne derseniz deyin, yapılacak, söylenecek onca şey varken, yine ilahi adalete sığınıyor olmaktan ötürü canım sıkıldı.

Kültür Bakanlığı’nın özgün yazarlıkla sermaye arasında kurduğu ilişkiye bir sonraki yazımda değineceğim. Edebiyatta özgünlüğün ne olduğuna ve bunun satın alınma risklerine.